Dünyada, geri dönülemeyecek durumlar vardır, tüpten çıkan diş macununun bir daha o tüpe sokulamaması gibi. Çeşitli dillerde bu durumu anlatan deyimler de oluşmuştur: “saati bir daha geri alamazsın” denir, “cin bir kere şişeden çıktı” denir, böyle çok söz vardır.
Türkiye’de böyle deyimlerin anlattığı bir durumu yaşamaktayız, bir süreden, aslında epey bir süreden beri. “Epey bir süre” diyorum, çünkü bugün “Kafes’le, “Balyoz”la önümüzde açılan korkunç manzara daha doksanlarda, Susurluk kasabası yakınlarında aralanmıştı. Hattâ belki, şimdi art arda dizilen çeşitli iddianamelerde yer alan konularla ilgili ifade veren subaylar, o kazayı izleyen “Bir Dakika Karanlık” eyleminde evlerinde ışık yakıp söndürüyorlardı (eylem birdenbire Erbakan karşıtı bir anlam kazanınca).
“Geri dönülmezlik” önemli. Çünkü “geri döndürme” yolunda çabalar var. Bunun büyük bir kısmı yargı eliyle yapılacak şeylerdir. Hangi mahkemenin yetkili olacağı tartışması o işin bir kısmını oluşturuyor. Şemdinli mahkemesinde, o savcının misli pek görülmemiş bir “abrakadabra” ile uçurulmasında, bir başka yöntemin uygulanmasını görmüştük. Daha da kimbilir ne “dâhiyane” formüller bulunur. Tabii medya mensupları arasında da çeşitli boylarda ve evsafta minarelere kılıf dikmekte ustalaşmış ve uzmanlaşmış yazarlar, yazı işleri yetkilileri var. Onların hizmetleri de hafife alınamaz.
Ama cin şişeden çıktı. Bunun nasıl bir süreç olduğunu görmek için de dönüp bir kere daha Susurluk kamyonuna bakmakta yarar var. O zaman ne kadar şaşırmıştık, oysa o kamyonun araladığı perdeden bakınca gördüklerimiz, şimdi gördüklerimiz yanında ne kadar azdı.
Onun için şimdi yeniden darbe yapılsa, Anayasa’nın daha bin beteri yazılsa, bütün bu Sarıkızlardan Balyozlardan söz etmek, böyle şeyler olduğuna inanmak, “Şemdinli” adını telaffuz etmek kanunla yasaklansa, görülen bu şeyleri kimse unutmayacak. Sonra bir gün o düzen, o kanunlar, o yasaklar –tıpkı Berlin Duvarı gibi- çöküp gittiğinde, herkes kaldığı yerden konuşmaya başlayacak: “denizaltıdaki patlayıcıyı getiren hangisiydi?” “367 formülünü bulan bir savcı vardı hani, neydi adı?” falan diye devam edeceğiz. Toplum devam edecek.
Çok tuhaf bir tarihimiz var bizim –buna “tarih” denebilirse. Bir anlamda, tarih “tarih” olamıyor, yani “geride bırakılan bir şey” olamıyor. Öncelikle ne olduğunu bilmediğimiz için “geride” bırakamıyoruz. Ayrıca da, habire tekrarlandığı için. Dolayısıyla bütün bu yıllarla birlikte yaşamaya devam ediyoruz, hayatımızın her günü. Ağca’yı kimin nasıl kaçırdığını öğrenemedik, 16 Mart’ta üniversitenin önünde o bombanın nasıl patladığını öğrenemedik. 1 Mayıs’ta olanların içyüzünü bilmiyoruz. Abdullah Çatlı’nın kazada öldüğünü biliyoruz ama ölünceye kadar neler yaptığını bilmiyoruz. Herhalde yalnız bu somut ölüm, cinayet olayları değil böyle bir esrar perdesi arkasında gözden ırak yatan şeyler. Ölüm ve cinayet kadar yalın ve çarpıcı olmadığı için aynı şekilde dikkatimizi çekmeyen, hattâ normal görünen, kimbilir ne çok esrar, entrika, kumpas var.
“Modernleşme” soyutlamasının geçerli olduğu andan itibaren başlıyor bu süreç Başka bir açıdan baktığımızda da, sanki “iki tarih”imiz var. Biri aydınlık, biri karanlık. Ama aydınlık olanında gözümüzle görebildiğimiz her şeyin aslında ötekinde tasarlandığını, oradan tezgâhlandığını, artık anlamaya başlıyoruz.
Onun için de bu süreci durdurmanın, şişeden çıkan cini gerisin geri şişesine tıkmanın imkânı kalmıyor. Bu toplum, bu uzun sürmüş rüyadan (isterseniz “kâbus” deyin) artık uyandı. Belki daha epey bir süre bu acayip tarihin nedenselliklerini çözmekte, taşları yerli yerine koymakta güçlük çekecek. Ama bundan böyle masal dinlemeyecek, martaval yutmayacak ve ne olduğunu gün geçtikçe daha iyi anlayacak.
TARAF