Kadir Temiz & Murat Öztuna / Perspektif
Çin rüyası 2.0: Gök kubbenin altında tam bir kaos hâkim
20. Çin Komünist Parti (ÇKP) Kongresi, Batı’nın Xi’yi ikinci Mao ilan etmesi, Çinlilerin ise ‘ne olacak bu ekonominin hâli’ serzenişleri arasında tamamlandı ve önümüzdeki beş yıl boyunca Çin’i yönetecek kadrolar belirlendi. Batı, Hu Jintao’nun salondan ayrılışını komplo teorileri eşliğinde tartışırken, Çinliler parti normlarından biri olan yaş sınırının ihlal edildiğini tartışıyordu. Kısacası herkes kendi geleceğini ilgilendiren konuları alıyordu gündemine… Batı, rakibini şeytanlaştırırken, Çinliler yaşlı kadroların gelecek ile ilgili oluşturduğu belirsizliğin getirdiği endişeyi dile getiriyorlardı. Ancak tüm bu olup biteni anlamlandırabilmek için ÇKP’nin neden kişi kültüne döndüğü, bu durumda iç ve dış dinamiklerin ağırlıklarının ne derecede etkin olduğu gibi temel soruları ekonomi, güvenlik ve ideoloji üçleminde cevaplamak, 20. Kongre’yi değerlendirmek adına daha geniş bir anlamlandırma perspektifi sunacaktır.
ÇKP Kongreleri büyük ölçüde üç somut görevi yerine getirirler. İlki, önceki parti kongresinin toplanmasından bu yana parti çalışmalarının büyük başarılarını (ve daha az ölçüde başarısızlıklarını) delegelere sunmaktır. İkincisi, partinin önümüzdeki yıllarda karşılaşacağı zorlukları ve fırsatları tanımlamak ve üçüncüsü de bir sonraki kongreye kadar partiye rehberlik edecek temel ilkeler ve geniş politika hedeflerini ortaya koymaktır. Genel olarak stratejik eğilimler ve temalara vurgu yapılır. Bu vurgular parti içi inşadan sosyal ve ekonomik kalkınma politikalarına, savunma ve güvenlik stratejilerinden dış ilişkilere kadar ana politika alanlarını kapsayıcı niteliktedir. Bununla birlikte, belirli politika içerikleri üzerine operasyonel yaklaşımlar genellikle ele alınmaz. 20. Kongre’nin ana temalarını incelediğimizde yukarıdaki tanımlamada bahsettiğimiz vurgulamalarda Xi’nin genel sekreterliğe yükseldiği 2012 kongresindeki ekonomi, reform, piyasa, barış kelimelerinin yoğunluğunu güvenlik, savaş ve ideoloji kelimelerine bıraktığını görmekteyiz. Bu da bize dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olarak dünya siyasetindeki tartışmaları önemli ölçüde etkileyen Çin’de siyasi elitin belki de Mao’dan bu yana ilk defa korku ve endişe içerisinde olduğunu söylüyor.
Meşruiyet meselesi ve güvensizlik sorunu
Jiang Zemin ve Hu Jintao’dan sonra Xi ile de çalışmaya devam eden ve ikinci kez Parti Yürütme Komitesi’nde yerini alan partinin ideoloğu Wang Huning, Çin siyasi kültürünün her ne kadar antik zamanlardan günümüze birçok değişime uğramış olsa da geleneksel mekanizmaları halen koruduğunu ve bu mekanizmaların bugün dahi sistem içerisinde önemli rol oynadıklarını söyler. O halde konuya tarihsel tecrübe penceresinden baktığımızda Çin’de siyasi yönetimlerin ekonomik yavaşlama ya da dış tehdit hissettiği dönemlerde varoluşsal kaygılarla birlikte merkezîleşme eğilimine girdiklerini söyleyebiliriz. Kısaca böyle dönemlerde parti için asıl önemli olan konu, parti içi konsolidasyonu sağlamaktır.
Wang Huning’in yerine Parti Merkez Politika Araştırmaları Ofisi’nin başına gelen Jiang Jinquan’in Çin televizyonunda (CCTV) yayınlanan ve partinin son 10 yıldaki başarılarının anlatıldığı özel röportajda yaptığı analojide, benzer bir durumun ÇKP tarihi için de geçerli olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Jiang, Xi’nin 10 yıl önce 18. Kongre’de genel sekreter olarak seçilmesini Mao’nun 1935 yılında Zunyi Konferansı’nda parti liderliğini ele almasına ve Deng’ın 1978’deki ekonomik reformlarına benzetmesi, partinin meşruiyet sorununun ve varoluşsal bir dönemden geçtiğinin itirafı gibi duruyor. Zunyi Konferansı’nda kızıl ordunun iç savaşta milliyetçilere karşı büyük kayıplarının ardından, Sovyet etkisine karşı Mao parti içinde liderliği almış ve partiyi yabancı müdahaleden kurtarmıştır. Deng’ın ekonomik reformları ise partiyi ekonomik olarak çökmekten kurtarmıştır. Aslında bu açıklama hem partinin neden kişi kültüne yöneldiğini hem daha reformist görüşlere sahip olan Li Keqiang, Wang Yang ve Han Zheng gibi isimlerin yeni Politbüro Daimî Komitesi’nde yer bulamamasını hem de bu isimlerin yakın olduğu eski Başkan Hu Jintao’nun salondan çıkarılışının kameralara yansımasını açıklar niteliktedir. Bu isimlere ek olarak Başbakan yardımcısı Liu He, Maliye Bakanı Liu Kun, Merkez Bankası Başkanı Yi Gang gibi partinin üst yönetiminde bulunan piyasa reformu yönelimli üyelerinin birçoğu emekli oldu. Yani nasıl Deng Kültür Devrimi’ni bir hata olarak değerlendirip eleştirerek partinin yeni politikalarının meşruiyetini sağladı ise, anlaşılan odur ki Xi, Deng sonrası Jiang ve Hu dönemlerini komünist ideolojiden uzaklaşıp liberalleşmekle ve partiyi zor durumda bırakmakla eleştirerek kendi politikalarını meşrulaştırma yoluna gidecektir. Parti içindeki reformcu ve Batı ile ilişkileri iyi olan ekip tasfiye edilip tekrar kişi kültüne dönüldüğüne ve Xi etrafında bir yapılanmaya gidildiğine göre Deng öncesi dönemin “yeni bir savaş” beklentisi üzerine kurulu sosyalizm ve milliyetçilik karışımı ideolojik söylem ile desteklenen merkeziyetçi güvenlik politikalarına benzerlik içeren uygulamalara dönüleceği söylenebilir. Ayrıca Politbüro’nun önemli bir bölümünün savunma sanayii ve askeri teknoloji uzmanı tekno-milliyetçilerden oluşuyor olması da (Ma Xingrui, Yuan Jiajun, Li Ganjie, Chen Jining…) stratejik alanlarda tedarik zincirinde bağımlılığı azaltmayı hedeflediğini göstermekle birlikte güvenlikçi söylem ve politikaların ağırlık kazanacağı ile ilgili görüşü de desteklemektedir.
Meşruiyet meselesi ve ekonomi
Aslında Xi göreve geldiğinde, Çin ekonomisinin hızlı büyümenin getirdiği olumsuz etkileri sindirmek zorunda olduğunun ve büyüme ivmesinin yavaşlayarak mevcut meşruiyet söylemini etkileyeceğinin farkındaydı. Çin ekonomisinde bugün gözler önüne serilen artan borç, iflas eden bankacılık sistemi, üretken olmayan altyapı ve gayrimenkul yatırımlarına aşırı bağımlılık, düşük tüketim oranları gibi sorunlar Xi döneminde yaratılan sorunlar olmaktan ziyade, 20 yıllık bir büyüme modelinin ürünleriydi. Bununla birlikte ekonomik yavaşlamanın reform ve dışa açılım sürecinin 70’lerin sonunda başlatılmasından itibaren iktidarın meşruiyetini sağlayan ekonomik büyümenin, partiyi varoluşsal bir ikilem ile karşı karşıya bırakacağını da görüyordu. ‘Kuşak ve Yol’, ‘Yangze Delta’, ‘Made in China 2025’ gibi girişimler hep bu öngörünün ürünleriydi.
Tüm bu agresif girişimlerin Amerika tarafından tehdit olarak algılanması ile birlikte 2018’de Trump’ın başlattığı ticaret savaşları, Çin’in küresel ticaret sistemi içerisindeki konumunun tartışılmaya başlanmasına neden oldu. 2020 ile birlikte küresel ekonomileri etkisi altına alan COVID-19 salgını ve Çin’in dinamik sıfır vaka politikalarında yumuşamaya gitmemesi, gerek pazar erişimini gerekse de üretim faktörlerinin hareketliliğini neredeyse durma noktasına getirerek Çin ile dış dünya arasında ekonomik ayrışma riskini karşımıza çıkardı. Bu da varlığını Çin devletinin ve toplumunun varlığı ile özdeşleştiren ÇKP içinde meşruiyet kaygısının oluşmasına neden oldu. Yani Trump politikaları ve COVID-19 salgını ÇKP’nin meşruiyet kaynağını değiştirmeye zorlayan süreçte katalizör etkisi yaptı denilebilir. Bu açıdan baktığımızda 20. Kongre’nin ekonomi alanında en önemli çıktısı onlarca yıldır en önemli performans ölçütü olan gayrisafi milli hasıladaki (GSMH) büyümenin, teknolojik ilerleme ile yer değiştirmiş olmasıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi tekno-milliyetçilik ile beslenen güvenlik politikaları yeni dönemde ekonomi politikalarının da belirleyicisi olacaktır.
Xi’nin 20. Kongre ile birlikte kalkınma hedeflerini nicelikten niteliğe çevirmiş ve teknolojik ilerlemeleri ülkenin geleceğini belirlemedeki en önemli etken olarak belirlemiş olması, Çin ekonomisi için iki açıdan risk taşımaktadır. İlki, parti ve devlet organlarının yıllardır merkezden yerel yönetimlere kadar tamamen GSMH üzerine kurulu bir sistemde çalışmasından dolayı geçiş sürecinde yaşanacak sorunlar ve kaynakların dağıtımı sürecinde oluşacak dengesizliklerdir. İkinci risk ise gerek kaynakların dağılımı gerekse de kamu iktisadi teşebbüslerinin teknolojik yatırımlara yönelmesi sonucunda tekstil, mobilya gibi ikincil sektörlerdeki orta ve küçük ölçekteki üreticilerin kaynaklara ulaşmada zorluk çekmesi ve birçok firmanın batma tehlikesi ile karşı karşıya kalabileceğidir. İkinci risk, tedarik zincirinin Çin ekonomisinin olgunlaşması ile doğru orantılı olarak olağan bir şekilde başka bölgelere kayması olarak değerlendirilebilir. Ancak Çin’in nüfusu ve üretim hacmi dikkate alındığında iç piyasada oluşacak boşluk, Japonya’nın 90’larda yaşadığı kayıp 10 yıldan daha derin olabilir. Xi’nin güvenlik odaklı kendi kendine yeterlilik ilkesine bağlı politikaları ve özel sektör unsurlarının etkinliğini düşürerek eşitsizliği azaltmayı ve kültürel birliği teşvik etmeyi önceleyen “ortak refah” kampanyasını da kapsayan ekonomik milliyetçilik rotasına toplumu ne kadar ikna edebileceğini ise zaman gösterecek.
İdeoloji ve ayrışma
Görüldüğü gibi ekonomik sorunlar ve güvensizlik algısı parti meşruiyetinin 40 senelik kaynağını değiştirme ihtiyacı uyandırmıştır. Meşruiyetin artık küresel barışı öngören “reform ve dışa açılım” söylemi çerçevesinde değil, savaşı öngören “Xi Jinping düşüncesi ve yeni dönem” söylemleri çerçevesinde sağlanması öngörülebilir. Bu yeni dönemde iç siyasetin merkezinde Çin halkının uyanışı söylemi bulunurken, dışa yönelik söylem ise insanlık için ortak gelecek olacaktır. Bu söylemlerin ideolojik temelinde ise somut bir hedef olarak Amerikan karşıtlığının olacağı söylenebilir.
Çin’in resmi yayın organı People’s Daily’de Mayıs 2019’da yayınlanan ve her biri ABD-Çin ilişkilerindeki farklı sorunlara hitap eden dokuz makalenin 1963-64 yıllarında Sovyetlerden ideolojik kopuşu tescilleyen dokuz makale ile gerek format gerek içerik olarak benzerlikleri, Çin’in pozisyonunu bugünden üç yıl önce belirlediğini göstermektedir. Bu noktada Çin’in kuruluş ideolojisine döndüğünü söyleyebilir ve bunu merkezinde Amerika olmakla birlikte Batı ile bir ayrışma olarak okuyabiliriz. Bu nedenle ÇKP Kongresi’ni tek bir kişinin ihtirasları üzerinden okumak, yani sadece Xi’nin gücü tek elde toplaması üzerinden değerlendirmek hem dünyanın ikinci ekonomisi konumuna gelmiş bir süper güce hem de 100 milyona yakın üyesi ile günümüzün en büyük siyasi örgütlenmelerinden biri olan ÇKP’ye yönelik fazlaca indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Bu değişim hem iç siyasette hem de küresel ölçekteki değişimlerle etkileşim içerisinde gerçekleşen dinamik bir sürecin sonucudur. Yine genel olarak Çin’e dair analizlerin en sorunlu tarafı, gereksiz bir idealist iyimserlik içermeleridir. Bugünün sorunlarını tek bir liderin üzerine yükleyerek, gerek ekonomik başarısına gerekse de siyasi istikrarına bakarak “Çin mucizesi”nin bir gün mutlaka Japonya ve Kore gibi örnekleri izleyerek daha demokratik ve liberal bir siyasal rejime dönüşebileceği yanılsaması, bugün de Çin’e dair gerçekçi analizlerin üstünü örtmektedir.
Aynı naifliği “Çin modeli” ve “Çin’in alternatifliği” tartışmalarında da görmek mümkün. Çin’i Washington’dan takip ettiğinizde yukarıda bahsettiğimiz havayı hissetmemek mümkün değil. Hemen her toplantıda bir yanda Putin’in Ukrayna savaşı ile estirdiği korku ve endişe havası diğer yanda başta enflasyon olmak üzere ekonomik sorunlara bir yol bulma telaşı, ABD ve Avrupa’yı bir yol ayrımının ucuna getiriyor. Kabaca iki farklı yöntemin tartışıldığını söylemek mümkün: İlki, eski Soğuk Savaş stratejisini yeniden ambalajlayıp sahneye koymak, ikincisi Soğuk Savaş’ı engelleyecek yollar bulmak. Eski Soğuk Savaş anlatısını yeniden inşa etmeye çalışan “Cold War 2.0” başlıklı analizlerin muradına ulaşamaması ve yeni bir “çevreleme” tezinin nasıl işleyeceğine dair endişeler, Çin’i yeniden bir “fırsat” olarak okuma yanlışını ortaya çıkarabilir.
İşte bu noktada Amerikan siyasi ve entelektüel elitinin düştüğü kavramsal körlüğü gözlemleyebiliyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz 20’nci yüzyılın kavram setleri ile kendi dünyalarındaki tasarımları küresel ölçekte uygulama çabası olarak açıklayabiliriz bu körlüğü. Bu durum, kendi statülerini koruma içgüdüsü müdür yoksa toplumun değişim hızına entelektüel elitin ve siyasi örgütlenmenin yetersiz kalması mıdır henüz bilemiyoruz. Ancak Amerikan iç siyasetinde yaşanan iki olay, Trump’ın iktidara gelmesi ve Kongre baskını, Amerikan iç politikasından yola çıkarak Çin’e bakış açıları ve hatta günümüz küresel değişimleri hakkında fikir sahibi olmamız hususunda gerekli ipuçlarını vermektedir.
Katherine Kramer, Kızgınlığın Siyaseti isimli kitabında Amerikan toplumunda kentli ve kırsal nüfus arasında oluşan gerilimi ve kendi yararlarına olmayacak dahi olsa “biz ve onlar” karşıtlığının oluşturduğu ideolojik yönelimin etkisi altında şekillenen oy potansiyellerini kırsal bilinç kavramı ile çözümleyerek Trump’ın seçilmesinin ardındaki toplumsal gerçekliği ortaya koymaya çalışmış. Kramer, araştırmasında kırsal bilincin, fikri alınmadan kendisine uygulanan dayatmalara tepki gösterdiği sonucuna ulaşıyor. Benzer şekilde Amerikan şehirlilerinin ve entelektüellerinin kendi iç siyasetlerindeki bu tutumu, Amerikan uluslararası siyasetine de yansıyor. Kısacası uluslararası sistem içerisinde Çin’i otokratik ve totaliter olmakla suçlarken kendisi bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde uyguladığı bu “fikirsel totaliterlik” ile özellikle Küresel Güney ülkelerinin toplumlarında oluşturduğu yumuşak gücünün etkisinin azalmasına neden oluyor. Bu da Çin’e Batı’nın kavramlarını tekrar yorumlama fırsatı vermekte. Yani Çin, Batı’nın liberal değerler paketi olarak modern dünyada pazarladığı ve yumuşak gücünü oluşturmasında temel teşkil eden demokrasi ve insan hakları gibi kavramları kendince yorumlayarak ve kendi uygulamasının daha doğru olduğunu iddia ederek hem kendi toplumunda iktidarının ideolojik meşruiyetini sağlarken hem de uluslararası arenada özellikle Küresel Güney ülkelerini kendi fikrine ikna etmeye çalışıyor. Yani Amerika’nın fikirsel totaliterliği, ÇKP’ye hem iç siyasetinde hem de küresel hedeflerinde ideolojik söylemlerini (Çin’e özgü sosyalizm) meşru kılma fırsatını sağlıyor.
Her ne kadar Yan Xuetong 2020’de yayınladığı “Dijital Çağ’da Çin-Amerika Stratejik Rekabeti” başlıklı makalesinde büyük güç mücadelesinin teknoloji alanında olacağını öngörmüş, ancak Çin ile Amerika arasında ideolojik bir mücadele olmadığını iddia ederek bunun bir soğuk savaşa dönüşmesini beklemediğini belirtmiş olsa da bugün gelinen noktada Xi’nin kendine sadık bir Politbüro seçimi sadece kişisel bir kült oluşturma amacını değil aynı zamanda partinin meşruiyetini sosyalizm ve milliyetçilik karşımı bir ideolojiyle ve otoriter yöntemlerle yeniden sağlama amacını taşırken soğuk savaş riskini de artırmaktadır. Ayrıca Çin’in artan oranda tahmin edilemezliği ve belirsizliği ekonomik ve siyasi felaketlere yol açabilir ki Çin tarihi bunun örnekleri ile dolu. Buradaki asıl sorun ise kendi ekonomik kalkınmalarını Çin ile sınırsız, hesapsız, irrasyonel ve asimetrik karşılıklı bağımlılık üzerine kuran Küresel Güney’in zayıf ve kırılgan ülkeleri. Küresel siyasetin ve ekonominin belirsizliğini koruduğu ve süper güç olarak kabul edilen Çin, Amerika ve Rusya’nın sorumlu güç olmaktan uzaklaştığı bu dönem, Küresel Güney’in bu ülkelerini büyük risk altında bırakabilir.
Velhasıl, Xi’nin üçüncü dönemi Çin tarihinde yeni bir kırılma olarak kayda geçecek. Çin’in küresel ekonomideki bugünkü rolünü hesaba katarsak şimdilik erken olsa da açılım ve reform sürecinin akamete uğrama ihtimalinin oldukça arttığı bir döneme girdik denebilir.
Kısacası; “Gök kubbenin altında tam bir kaos hâkim ve koşullar mükemmel…”