Siyahların George Floyd cinayetine İngiltere’de de protestolarla yüksek perdeden destek verildi. ‘Siyahların Yaşamı Önemlidir’ ana sloganıyla geçen hafta sokaklara dökülen protestocular, İngiltere’nin köle ve sömürgeci tarihine dikkat çeken eylemleriyle ses getirdi. Özellikle Bristol kentinde, 300 yüzyıl önceki köle tacirliği ile bilinen Edward Colston heykelinin eylemciler tarafından alaşağı edildikten sonra suya atılması sembolik bir eylem olmanın çok ötesine geçti. Köle ticaretinin belli başlı limanlarından olan Bristol şehri valisi Marvin Rees, eylemlere destek vermekle kalmadı, konuyu geniş kesimler arasında tartışmaya açtı.
Köle ve sömürgeciliğe başkaldırı gündemi, diğer ülkelere de sıçradı. Belçika’da Kongo halkına kauçuk üretiminde randımansız çalışan kauçuk işçilerinin ellerini kestirmesi ile de bilinen, ünlü sömürgeci Kral II. Leopold da heykelinin yıkılmasına yol açan eylem furyasına dönüştü. Amerikalı siyahlar, Avrupa kıtasından gelen bu sömürgen figürlere, Kristof Kolomb heykelini yerlerde sürükleyerek, çoğu kimsenin sadece kaşif yönünü bildiği Kolomb’a karşı hasbi nefret duygularıyla eşlik ettiler.
Geçen Cumartesi günü, ‘aşırı sağcı’ tabir edilen güruh bu sefer, siyahlara destek gösterilerine karşı protestolarla cevap vermeye kalkınca, İngiliz polisi Londra meydanlarında iki taifenin arasına girerek gösterilerde kan dökülmesine engel oldu. Hafta boyunca Başbakan Boris Johnson ve İçişleri bakanı Priti Patel’in de aktif olarak katıldığı, siyahların protestolarında hedef aldıkları Churchill figürüne ‘kahramanımız’ diye sahip çıktılar. Şu notu düşmekte yarar var; Churchill resmi törenlerle kutsanan bir lider değil. Kült olması dayatılan bir gerçek olmakla beraber, bir o kadar da, netameli ve ırkçı referansları nedeniyle milli bir kahraman olarak savunulması zor bir figür. Başbakan ve ilgili bakanlar, Korona günlerinde polise verilen ekstra selahiyet yasalarının arkasına sığınarak siyahlara destek eylemlerinin hukuksuzluğuna işaret ederek gözdağı verdikleri görüldü.
Kurumsal ırkçılığa karşı organize eylem geliştiren protestocuların eylem yönünü, kahramanların (!) heykelleri müzeye mi, konsun meydanda mı kalsın türünden bir tarih ve kimlik mücadelesine dönüştürmelerinin isabetliliği tartışma götüren yanları olabilir. Yine de, protestocular arasından bir grubun, köle tacirlerinden, meçhul askerlere, en anlı şanlı kumandan ve siyasetçilerden, en netameli lider şahsiyetlere uzanan yelpazeyi hedef alarak, geçmişle kökten bir hesaplaşmayla, ‘zalim figürleri’ tarihin çöp tenekesine atalım çağrısı yapması şüphesiz önemli bir eylemlilik. Gücünü yerleşik sistemden alan, Muhafazakar tandanslı kesim, bu şahsiyetlerin tarihsel gerçek olarak iyisiyle kötüsüyle korunması gerektiğini söyleyerek karşı tavır geliştirdiler.
Siyasette Winston Churchill’in izinden gitmekle övünen Başbakan Johnson bir demecinde Churchill'i cepheden savunmak yerine, ‘tarihte montajlar yapamazsınız, ne yaşanmışsa odur’ diyerek,’ geçmiş ile hesaplaşma kapılarını kapalı tuttu. Sömürgeci sistemi, İngiltere’nin refahında bir paydaya sahip gören anlayış sahipleri, Brexit çıkmazına sürükleyen popülist halk tabanıyla bütünleşince, ülkenin muhafızları gibi sokaklara deplase olmakta gecikmediler. Muhafazakar partinin 19. yüzyıl kısa tarihi, bilhassa Benjamin Disraeli iktidarı döneminde geniş yığınlara emperyalist ekonomiden daha fazla pay devşiren anlayışının işbirlikçi halk dinamiğinin çekirdek oluşumunu bize hatırlatabilir. İşte bu siyahlara destek yürüyüşlerini karşı gösterilerle sabote etmek isteyen bu güruhun uzantıları ve yaşayan unsurları.
Bir ülkenin köleci ve sömürgen geçmişiyle hesaplaşması kolay kolay görülmüyor. Daha doğrusu bu erdem, devlet aygıtlarından çok, halkın içinden gelen talep ve vicdanı muhasebesiyle mümkün. Konuya ilişkin bir örnek vermek istiyorum. Birinci Dünya Savaşına katılan ve hastalık ve sakatlık raporu bulunan 2 Milyon İngiliz askerinin sağlık kayıtları hasıraltı edildi. Maksat Birinci Dünya Savaşının yıkıcı etkisinin korkunç boyutlarını gizleyerek imha etmekti. Konunun takipçisi tarihçiler, Savunma Bakanlığının münhasıran özel arşivi olduğunu hatırlatarak devreye girmeye zorladı ve böylelikle 2 milyon rapor yakılmaktan kurtarıldı. Konuyu gündeme getirdiği panelde tarihçi Jay Winter, geçen yıl LSE’deki (London School of Economics) şunları söyledi: ‘İngiltere’de, Birinci Dünya Savaşı gerçeklerini yeni yeni ancak konuşabilirsiniz, ama İkinci Dünya Savaşı gerçeklerine erişimin önü daha uzun süre kapalı kalacaktır.’ Winter, bu sözlerle, hakim ideolojilerinin yeterince ‘tartışmadan-tartıştırmadan,’ ‘rafa koymak’ anlamına gelen sistemli tutumlarının altını çiziliyordu.
Son hafta yaşanan protestoların, halka mal olan bilinçlendirici fırsatlar içerdiğini görmezden gelemeyiz. 2011 Londra isyan hareketlerine kıyasla, siyahlara destek protestolarının kendi içinde olgunlaştığını ifade edenlerin sayısı az değil. Bunu muhalefet hanesine yazmak yerinde olur. Bu meyanda, Londra Belediye Başkanı Sadık Khan, dayanışma ruhu ile şehirdeki heykelleri inceleyip kalmayı hak eden ve etmeyen ayrımı ile ‘ahlaki eşiği’ geçemeyen büstleri sökebilecekleri sinyalini verdi.
‘Bunlar bizim kutsal mirasımızdır’ deyip, Cumartesi gösterilerinde yumruklarını hınçla sıkarak meydanlara koşan statüko yanlısı halk ise aslında Brexit sürecinde yükselen milliyetçi dalga artçılarının ta kendisiydi. Aşırı sağın merkezkaç etkisine kapılan bu kesim, ülkede ırkçılık belasının uzun süreli toplumsal kırılmalara yol açacağının da tehlike sinyallerini veriyorlar.
Heykellere Tepki Tarihi
Heykel ve büstlere gösterilen tepkilerin tarihine baktığımızda, farklı tecrübeler görebiliriz. Çin’de Maocu Kızıl Muhafızlar aracılığıyla Kültür devrimi (1966) adı altında, geçmişe ait ne kadar figür ve heykel varsa ölçüsü şaşmış bir devrim taşkınlığı ile yerle yeksan edildiler. Bu temizliğin karşılığı, Mao’nun tek adamlığının ikamesi oldu.
Nazım Hikmet'in ‘taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın odalarımızda/taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik dizeleriyle Stalin’i, ölümünden ancak 8 yıl sonra tam bir cesaretle eleştirebilecekti. Stalin’in figür ve heykellerinin günü gelip, alaşağı edilmesinin toplumların muhayyilesinde sembolizmi aşan bir önemi var.
Benzer bir çerçevede, Suriye’de örneğin Rakka’da 2013 yılında Esed ailesi heykellerinin devrilmesi en az o denli ve haklı bir kitle hissiyatı olarak önemi haizdir. Bu toplumlar için, meydanların en stratejik yerine hükümranlıklarını göze sokmaya çalışanlara karşı halk yeri gelince, devirdiği o despotların bronz heykellerinin kafasına terlikle vurarak intikamını almak ister.
Mustafa Kemal’in büst ve heykellerine değinmeden geçmek olmaz. İngiltere’deki tartışmalardan mülhem olarak, onun heykelleri, bir sil baştanlık ile tümden indirilmeli mi, yoksa müzelerde eğitsel yerini alması mı, daha doğru olur şeklinde bir tartışma güncel bir tartışma olabilir.
Anka ajansının 2004 tarihli haberinde, Mustafa Kemal heykellerinin TSE (Türk Standartları Enstitüsü) tarafından getirilen iki standardı dikkat çekici bularak alıntılıyorum.
TSE’ye standardına göre, kamuya ait yerlerde Atatürk'ün yüksek şahsiyetini ve bilinen imajını koruyacak benzerlikte, sanatsal değeri olan figür ve anıt heykeller bulundurulacak. Sözkonusu, TSE standartlarında, Mustafa Kemal’i ekolojik bir mantıkla gerçekçi ve sanatsal ortam içinde temsil etme çabası görülebiliyor. 12 Eylül darbesinin bilhassa Atatürk’ün 100. Doğum yılı kampanyaları sırasında her yere büst ve resimler döşeten o ‘kitsch’ dönemin ardından belli ki, 2000’lerde manevi şahsiyeti daha gerçekçi bir sanat ile tahkim etme kaygısı ortaya çıkmış. Bu nedenle, tepeden bakan heykeller yerine insan boyu ve neredeyse göz hizasında yeni yapıtlar teşvik edilmiş ki, onun da insan olduğu unutulmasın!
Heykellerin ülkelerde devamlılık ile fikirlerin çarpışması olarak iki etkisi olduğuna değinen Simon John, History Today’deki yazısında, ‘Heykeller, bize tarih hakkında bilgi verebilir ancak geçmişe dair değişmez gerçekleri aktarmazlar. Bunun yerine, belirli bir toplumun geçmişine ait belirlenmiş fikirleri sembolize ettiklerini söylüyor. tarih değişen siyasi amaçlara göre yeniden şekillendirilmek için karmaşık ve hassastır. Bir bakıma heykeller bize geçmişi anlatıyor ama bu onların bize anlattıklarını eleştirmeden kabul edeceğimiz anlamına gelmiyor’ diyor. O halde, nasıl olursa heykeller bir kült ve maksatlı bir tarihsel kurgunun yerine ufuk açıcı eğitsel amaca hizmet edebilir diye sorabiliriz. Sanırım, burada dikte edilen kahraman kültünün yarattığı travmanın bertaraf edilerek, tarihsel düşünce çakralarının özgür bırakılmasıyla başlayacak her şey.
Bu nedenle ben gerek İngiltere’deki tartışmalarda, gerekse Türkiye için, tarihi kişiliklerin silme çöp tenekesine atılması gerektiği düşüncesinde olanlardan değilim. Geniş alanları açık hava sergi alanları olarak tasarlayıp, panteonlar kurmak da gerçekçi bir plan değil, yaşatılan travmalar nedeniyle. O zaman, geriye müzeler kalıyor.
Madem bu liderler, köle tüccarları, libertadorlar (kurtarıcılar!) göz hizasında olmaları gerçeklik hissini artırıyor, esas aktörlerin yanı başına, eserleri olan siyasi habitatlarının tarihsel gerçekliğine uygun şekilde, Şeyh Saidler, İskilipli Atıf Hocalar, Ali Şükrüler de yerleştirip, daha gerçekçi bir yeniden canlandırmayla koreografi yaratılamaz mı? İbret sadece vesikadan mı ibarettir?