Öteden beri temel hak ve özgürlüklere sahip çıkacak, gelir bölüşümünden hak ettiği payı almayan geniş kitlelerin hukukunu savunup iktisadi politikaları nüfusun yüzde 80'ini oluşturan yoksulların ve orta sınıfların lehine çevirecek "sosyal demokrat bir parti"ye ihtiyaç olduğunu savunuyorum.
Sosyal demokrasiye vurgum, aslında Türkiye şartlarında güçlü bir sol hareketin çıkmaması dolayısıyladır. Güçlü solun çıkmasını engelleyen ana faktör sosyal demokrasinin de sağ-muhafazakâr partiler karşısında başarısız olmasına yol açan ana faktördür. Bu faktör de İslam diniyle, halkın meşru örfü ve tarihle süren sorunlu ilişkilerdir. Bunu ne Türkiye'nin solcuları ve sosyalistleri yeterince kale alıyor ne sosyal demokratları.
İslamcı siyasetler söz konusu ihtiyacı karşılıyor. Esasında Milli Görüş partilerine ve son iki dönemdir muhafazakâr demokrasiye destek veren kitlelerin sosyo-ekonomik profillerine baktığımızda, bunların ağırlıklı olarak yoksullar ve orta sınıflar olduğunu görüyoruz. Ancak bu partilerin bir türlü sorunların hakkından gelememelerinin sebepleri
1) Verili iktidar yapısını sorgulamadan iktidar olmaları;
2) Önder kadrosunun hem İslami hem modern siyasetin yapımını mümkün kılacak güçlü bir fikri birikime sahip olamamaları;
3) Reel politik kaygılarla pragmatizmi oportünizme vardıracak kadar esnek hareket etmeleri;
4) Ve "toplumun bütün kesimlerine hitap edeceğiz" derken, karar merciini ve vitrini kırkambar şeklinde kullanmalarıdır.
Bu aşamadan sonra İslamcı siyaset yapanlar, ya yoksulların ve orta sınıfların sosyo-ekonomik ve demokratik ihtiyaçlarına cevap verecek yeni yaklaşımları benimseyip yeni bir dil ve politikalarla ortaya çıkacaklar veya muhafazakâr-sağın ana yönelimi nüfusun ilk yüzde 20'sinin adaletsiz düzenine ortak olup iktidar tutkusuna hapsolunacaklardır.
Geleneksel olarak yüzde 65-70 bandına oturduğu kabul edilen merkez-sağ seçmenin İslamcı veya muhafazakâr partileri desteklemesinin birkaç sebebinden biri -konjonktüre göre birinci sebebi- sosyo-kültüreldir. Bu da CHP'nin şahsında somutlaşan bir korkudan beslenir. Bugün dindar-muhafazakâr seçmenin kolektif hafızasında CHP
1) Tekparti döneminin baskıcı ve totaliter partisi,
2) 27 Mayıs 1960 kanlı darbesinin perde gerisindeki teşvikçisi,
3) 2007'den bu yana da demokratikleşmenin, reform teşebbüslerinin önünde en büyük engel olarak yerini korumaktadır.
Bunun istisnası 1973-1977 yıllarında Ecevit'in CHP'yi demokratikleştirerek iktidara taşıdığı kısa dönemdir. Neredeyse her yasa ve anayasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi'ne götürmek suretiyle iptal ettirme yoluna gidip sistemi tıkayan CHP'nin takip ettiği siyaset yöntemi rakiplerini toplumsal tabanlarıyla ötekileştirmek, hasımlaştırmak ve çatışma üzerinden askerler üzerinden iktidar yolunu aramaktır. CHP+ordu=iktidar formülünü bırakmadıkça bu partinin geniş kitlelerle buluşması çok güç olacaktır.
Aslında CHP fenomeni devletin fenomenidir. Zamana karşı ayakta kalabilen tek parti CHP'dir. Ona rakip olarak ortaya çıkıp iktidar olan partiler bir bir askerî darbe ve müdahale marifetiyle sahneden silinmişlerdir. DP, AP, DYP, ANAP vd. Bu partileri CHP ve tarihsel müttefikleri darbeciler karşısında zayıf düşüren, iktidara geldikten bir süre sonra bürokratik merkezle uzlaşmaları, toplumsal merkezi unutmalarıdır. Oysa bürokratik merkezin İslamcı veya muhafazakâr partilerle uzlaşması sahte ve geçicidir. Onun asli ve hakiki partisi CHP'dir.
Kılıçdaroğlu yeni bir dönemi başlatır mı? CHP'nin demokratikleşmesi demek bürokratik merkezin demokratikleşmesi anlamına gelir. Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Eğer sahiden CHP bir "Türkiye partisi" olacaksa behemehal
a) 27 yıllık tekparti geçmişiyle yüzleşmesi, o geçmişi savunmaktan vazgeçmesi;
b) Bugün de kendisiyle darbeciler ve cuntacılarla açık ve somut bir mesafe koyduğunu deklare etmesi lazım.
Devlet mi CHP'yi dönüştürüyor, yoksa CHP mi devleti? Bu soru çok önemli. a.bulac@zaman.com.tr
ZAMAN