Öte yandan Taha Kılınç, Cezayir muhalefetinin çok parçalı ve ortaya bir alternatif koyamıyor oluşunun da başka bir handikabı doğurduğunu belirterek ülkedeki siyasal tabloya projeksiyon tutuyor.
Taha Kılıç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan konuyla alakalı yazısı (21 Aralık 2019) şöyle:
Cezayir’in Seçimi
Cezayir’de geçtiğimiz hafta (12 Aralık Perşembe) düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçiminden sürpriz çıkmadı. Halkın ancak yüzde 40’ının iştirak ettiği seçimde, ordunun desteklediği eski Başbakan Abdulmecid Tebbûn, yüzde 58’lik oy oranıyla birinciliği elde etti. Tebbûn’u yüzde 17 ile eski Turizm Bakanı Abdulkadir Bengrina, yüzde 10 ile eski başbakanlardan Ali Benflis, yüzde 7 ile eski Kültür Bakanı İzzeddin Mihubi ve yüzde 7 ile Müstakbel Partisi Genel Başkanı Abdulaziz Belid takip etti, küsurat ilaveleriyle. Profillerinin de işaret ettiği gibi, bütün bu isimler, eski hükümetlerin -ordu tarafından onaylanmış- üyeleri.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra, yaklaşık sekiz aydır sokakları dolduran göstericiler, ardı ardına olumsuz tepkilerini dile getirdi. Adil bir yarış yapılmadığını ve adayları ordu komuta kademesinin bizzat belirlediğini dile getiren değişim yanlıları, yaşanan süreci “tiyatro” olarak tanımladı. Muhalif hareketlerin temsilcilerine göre, seçime katılım oranının bu derecede düşük olması da, halkın siyaset kurumuna bakış açısını yansıtan direkt bir ölçü. Cezayir devlet televizyonunda yer alan seçim haberlerinde ise, “katılım oranının, yeni cumhurbaşkanına reform yapmaya yetecek bir meşruiyet sağladığı” vurgulandı.
Perşembe günü yemin ederek görevine başlayan 74 yaşındaki Abdulmecid Tebbûn, kendisini “yenilikçi” olarak takdim ediyor. Uygulamaya geçireceği reformları överek seçimlere hazırlanan Tabbûn, arkasındaki ordu desteğinin de verdiği güvenle, Cezayir halkına umut, parlak bir gelecek ve refah vaat ediyor. Devlet hiyerarşisinin yerleşik yapısı düşünüldüğünde, vaatlerinin gerçekleşme ihtimalindeki zayıflık bir yana, söylediklerine kendisi bile inanmıyor olabilir.
***
Cezayir, İslâm coğrafyasında askerin mutlak biçimde sisteme hâkim olduğu üç ülkeden (diğer ikisi Mısır ve Pakistan) biri. Ordu, sadece çeşitli enstrümanlar yoluyla siyaseti değil, ekonomiyi ve halkın sosyolojisini de kontrol altında tutuyor. Zaman zaman atılan veya atılmayan adımlar, tümüyle ordu komuta kademesinin tercihi. Tesadüf edilen küçük ve kısmî değişiklikler dışında, bu ülkelerde askerin direndiği dönüşümleri gerçekleştirmek -mevcut şartlarda- imkânsız. Ve ordu, uzun yıllar içinde sistemin içine öylesine nüfuz etmiş (ve hatta sistemin kendisi haline gelmiş) ki, sivil alanı nasıl manüple edeceğini ve sivilleri nereye yönlendireceğini de gayet iyi biliyor.
Askerin kontrolündeki sistemlerde, sıradan halk kitlelerinin bakış açıları, alışkanlıkları ve refleksleri de zamanla buna göre şekilleniyor. Dolayısıyla, -ülke nüfuslarına oranlanınca- az sayıda idealist insanın sokaklara dökülüp “demokrasi”, “özgürlük”, “değişim” çığlıkları atması, çoğu defa havanda su dövmeye benziyor. Sessiz yığınlar ve diktatörlüklerin yaslandığı esas insan kaynağı olan “orta ve alt sınıf”, çoğu kez sokaklardaki “demokrasi şöleni”nden bambaşka gündemlere ve önceliklere sahip oluyor. Ordu bunu bildiğinden, oraya oynuyor ve kazanıyor.
Cezayir örneğinden hareket edecek olursak, meydanları dolduran muhalif grupların en büyük handikapı, “Mevcut sistem gitsin” sloganından başka bir şey haykır(a)maması. Mevcut sistem gittiğinde yerine ne konacak, bu sorunun cevabı yok. Muhalif cephe öylesine çok parçalı ve mozaik tabiatlı ki, eskaza ellerine güç geçse, ilk önce birbirleriyle mücadele edecekleri de sayısız tarihî tecrübeyle sabit.
***
Halkın genelini etkilemeyi başaran karizmatik bir önder olmaksızın sokaklara dökülmek, çoğu defa yalnızca kaosu derinleştirmeye yarıyor. Ancak, -Cezayir’de gördüğümüz gibi- seslerini yükselten kitlelerin dile getirdiği şikâyetler de somut gerçeklikleri içeriyor: Baskı, yolsuzluk, askerî yönetim, halkın tercihlerinin siyasete yansımaması vb. O halde, tüm bu problemler kalıcı biçimde nasıl çözülecek? Tartışılması gereken esas mesele bu.
Sahici ve can yakıcı problemler çözülmediğinde, İslâm coğrafyası, dışarıdan müdahalelere ve işgallere açık hale geliyor. İçerideki statüko yapıları da, çok çeşitli bahanelerle değişim ve dönüşümün önünü tıkıyor. Böylece, uzun yıllara yayılan ve ciddi kayıplara yol açan bir kısır döngüye girilmiş oluyor. Müslüman dünyada şu anda sıklıkla gözlemlediğimiz üzere.
Çözüm yolunda ilk adım ve başlangıç noktası, içinde yaşanılan toplumu -artısı ve eksisiyle- derinlemesine tanımak olmalı. Kurulan hayallerin gerçekleşme ihtimali, eldeki malzemenin elverişlilik durumuyla yakından alakalı çünkü. Toplumsal arızalar giderilmeden ve sosyal doku sağlamlaştırılmadan girişilen protestoların ise sadece vakit, umut ve emek kaybından ibaret olduğu kesin.