Önce, müslüman coğrafyalarında sadece şu son bir-iki hafta içinde karşımıza çıkan bazı kanlı hadiselere satırbaşları halinde bir bakalım..
*Yıllardır hemen her gün patlayan bombalarda ortalama 20-30 kişinin öldüğü Irak'da 22 Şubat günü 8-10 şehirde ve daha çok da şiî müslümanların toplu halde bulunduğu mekanları hedef alan bombalı patlamalarda 60'dan fazla insan öldürüldü.. Onlarca da ağır yaralı..
*Aynı gün, Pakistan- Peşaver'de bir otobüs garajında meydana gelen bir bombalı saldırıda da 30 kadar insan parçalandı.. Onlarca da ağır yaralı.. Bu patlama da, Pakistan için son yıllarda artık günlük hayatın bir parçası haline geldi, yazık ki..
*24 Şubat günü, Yemen'in başkentinde San'a'da ve tam da Ali Abdullah Salih'in 34 yıllık başkanlığının kanlı çatışmalarla son bulduğu ve yerine Cumhurbaşkanı seçilen Abdurrabb Hadi'nin vazifesine başladığı gün, devlet saraylarından birine yapılan bombalı saldırıda, 30 kadar insan öldü, bir o kadarı da ağır yaralı..
*Afganistan'da, işgalci Amerikan askerlerinin Kur'an-ı Kerîm'leri de yaktıklarının anlaşılması üzerine, müslüman halkın tepkileri dinmek bilmiyor, 25 Şubat akşamına kadar, bu protesto gösterilerinde, güvenlik güçleriyle, protestocular arasında bazı hassas mekanların korunması adına meydana gelen çatışmalarda ölenlerin sayısı 25'i geçiyor..
*Suriye'de, bu ülkeye 50 seneye yakın zamandır tahakküm eden Baas rejimi ve Esed Khanedanı döneminde, geçmişte işlenen cinayetleri aratmıyacak derecede; hele de son 8-10 ay boyunca süren karışıklıklarda her gün ortalama 50-60 civarında öldürmeler, bütün hızıyla halen de devam ediyor..
*
(Sadece Libya'da Gaddafî rejiminin devrilmesine müncer olan 10 aylık içsavaşta ölenlerin sayısının bile 50 bin üstünde olduğu bildirildiğine göre) bütün bu iç karışıklıklar sırasında öldürülenlerin sayısının yüzelli bini aştığı ifade edilebilir..
Bu rakamların küçücük bir bölümü, başka dünyalarda gerçekleşse, sadece o ülkelerdeki değil, bütün dünya medyası da, günlerce, haftalarca, aylarca bu kanlı tabloları devamlı gündemde tutar..
Ama, bu ölümler müslüman coğrafyalarında, müslüman toplumlarında gerçekleşiyor; o halde, önemsizdir bu insan kayıpları!..
Çünkü, başka dünyaların insanları âdetâ tesadüfen ölüyor; müslüman toplumlardakiler ise tesadüfen yaşıyor gibi bir görüntü veriyorlar ve bu öldürmelerin sona ereceğine dair bir ipucu veya ümid ışığı da gözükmüyor.. Hele de Pakistan ve Irak'daki şiî veya sünnî mekanlarına mezhebî taassub ve husûmetle karşılıklı gerçekleştirilen saldırılar, geleceğimizi daha bir karartıyor..
Bu ferdî veya toplu öldürmelerde, katliâm ve cinayetlerde direkt olarak yabancıların teşvikleri, tahrikleri, yanıltmaları ve hattâ provokatör /kışkırtıcı ajanları elbette olabilir..
Ama, bu çabalara bile gerek yok.. Dindarlık, taqvâ ve fazîlet konularında mangalda kül bırakmayan, ama, kendisi gibi düşünmeyen müslümanları bile düşman sayan, yok edilmesini gerekli gören anlayışların beyinleri dumûra uğrattığı en çarpıcı örnekler ortadayken, bu kahredici tabloların arkasında yabancı parmakları aramaya ne gerek var? Bizim kendi kendimize düşmanlığımız yetmiyor mu?
Bizim gibi düşünmeyen müslümanlar için en ağır hakaretleri, hem de en kutsal mânâ ve kavramlar, ölçüler adına revâ gören ilkelliklerden kurtulmak hep bir hayal olarak mı kalacak?
Biz müslümanlar ki, insan'ı yaratılanların en şereflisi, en üstünü olarak niteleyen ve hiç kimseye zorla bir inancın dayatılamıyacağını telkin eden bir dine sahibiz. Ama, böyleyken, kendi aramızdaki münasebetlerde, -fikirlerimizden vazgeçmesek de- insanî ilişkilerde nezaketle, hikmetle, güzel bir fikrî tartışma yoluyla insanlara hitab etmekten uzak olduğumuza dair, hemen bombalara, silahlara ve hakaret ifadelerine tutunduğumuzun örneklerini hemen her sahada göstermiyor muyuz?
İnternet gibi gelişmiş iletişim araçlarını kullanmak açısından kendilerini belli bir tahsil seviyesinde gören ve amma bu gibi araçlardan hiç de yiğitçe -mertçe olmayan usûllerle sağa-sola isimsiz veya müstear /takma isimlerle mesajlar yazıp nefretlerini kusmaktan kendilerini koruyamayan, kendilerini kontrol edemeyen, tasasublarının ve hırslarının esiri olmuş kimseler varken..
Evet, böylesine bir durumda, her suçu emperyalist ve şeytanî odaklara saldırarak, kendi cehlimizi gizlemekten kurtulabileceğimizi mi zannediyoruz? Hele birbirimize karşı yöneltmekten kaçınmadığımız en seviyesiz aşağılamalar, çirkin sözler, ahmaklık tavsifleri, kendi ürettikleri kutsal mânâ veya kişilere bağlılık adına dillendirilen nefret ifadeleri karşısında insan nasıl olur da elem duymaz? Ki, bu gibi saldırıları yapanların, ellerine fırsat geçince, kendileri gibi düşünmeyenleri yok etmek için, bombalara sarılmayacaklarını kim garanti edebilir?
Bunları, şu son Suriye -İran- Türkiye siyasetleri etrafındaki tartışmalarda bir daha gördük.. Bu konuda farklı ve zıd görüşlere sahib olsalar bile, müslümanlar mes'elelerini müslümanca bir edeb dairesinde konuşamıyacaklar mı?
Bu konuda farklı yerlerde bulunanların birbirlerini kırmadan konuşabildiklerine, tartışabildiklerine dair örneklere rağmen, bu yazılara gönderilen yorumların pek çoğunun seviyesi, hepimizi düşündürmelidir..
Ama, birilerini aşağılamak için ellerinden, dillerinden gelen her saldırıyı en frensiz şekilde ifadeden çekinmeyen bu gibi kimselerin, başkalı üzerine bombalarla saldıranlardan ne farkı vardır? Aradaki fark, sadece, bunların henüz ellerine bomba geçmemiş veya hasım bildikleriyle cismanî olarak karşılaşmamış olmaları değil midir?
Hattâ, 'Aslolan, Ebu Cehl'e düşman olmak değil, Resullullah (S)'a dost olmaktır..' şeklindeki ve çok bilinen bir ibareyi bile anlamak için azıcık bir beyin faaliyeti zahmetine katlanmaksızın yorumlar yazan, e-mail mesajları gönderen kimseler, büyük çoğunluğun suskunluğu tercih etmesi yüzünden, seslerini daha bir duyurmanın iştihasına kaptırıyorlar kendilerini..
Böylesine süflî anlayışlardan kurtulmak için dua edelim..
Bu yakınma, yazılanlardan duyulan rahatsızlığı değil, toplumumuzda böyle süflî anlayışların varlığını ve içimizdeki bazılarının ufuk açısının 'genişliğini' beyan etmek içindir.. Namık Kemâl'in 150 sene öncelerde dediği gibi, 'Bais-i şekvâ, bize hüzn-i umûmîdir, Kemâl,/ Kendi derdi gönlümün, billah gelmez yâdına..'
Bu konulara bu kadarca bir temastan sonra..
Müslüman halkların uğradıkları hele de son yüzyılda uğradıkları hıyanetler serisinden bir örneğe, Cezayir devletinin ilk cumhurbaşkanı olan ve 22 Şubat günü ölüm haberi ulaşan Ahmed bin Bella'ya değinelim:
*
İslam Milleti'nin göğsü, uğradığı hıyanetlerle mezarlıklara döndü!
Son yüzyıldır, hele de son yarım asırdır, İslam Milleti'nin mensubu olan halkların yaşadığı hemen bütün coğrafyalarda uğradığı dış saldırılar ne kadar büyük olursa olsun, 'Öldürmeyen yara, daha da güçlendirir..' anlayışınca, müslüman halkların sosyal bünyelerini daha bir güçlendirmişken; asıl yaralayıcı darbelerin, içerden uğranılan hıyanetler yüzünden yenildiği ortadadır..
Dış saldırılarla kanamayan bir müslüman coğrafyası âdetâ yok gibi.. Ama, en ağır ve sancıları unutulmayan darbeler, iç saldırılardan gelmiş olanıdır..
*
Osmanlı'nın dağıtılmasından sonra onun enkazı üzerinde kurulan yığınla devletlerin herbirisinin başına emperyalist güçlerce oturtulan kukla kişi, kadro ve rejimlerin, ellerine emperyalistlerle tutuşturulan proğramları uygulamak için müslüman halklara ne büyük hıyanetler tezgahladıklarının en çarpıcı örneklerini, kemalist-laik uygulamaların coğrafyasında fazlasıyla gördük..
Bunun diğer örneklerinden birisini de Cezayir'de yaşamıştık..
Müslümanların tarihinin, coğrafyamızın o kesiminde son 50 sene öncelerde olanlara da biraz bakalım:
130 yıl süren bir fransız emperyalizmine karşı, hele de 1954-61 arasında 7 yıl süren ve müslüman halkın, 1,5 milyon civarında kurban verdiği çetin bir istiklâl savaşı sonunda kazanılan siyasî zafer sonunda..
Cezayir'in istiklaline başlangıçta kesinlikle karşı çıkıp, 1959'da 'Yaşaşın Fransız Cezayiri!' diyen ünlü Fransız lideri General Charles De Gaulle, 1961 başında ise, Fransa'nın Cezayir'den çekilmesi gerektiğini açıkladığında.. Cezayir'deki 1,5 milyonluk dev Fransız ordusunun -İkinci Dünya Savaşı'nın en ünlü fransız generallerinden 5'i, başlarında General Salan olmak üzere- De Gaulle'e isyan etmişler ve 'Fransa'yı kurtaracaklarını' açıklamışlardı..
Ama, De Gaulle kararından pess etmedi..
Liderlik öyle çetin zamanlarda karar verebilme kabiliyetiyle kendini gösterir.. De Gaulle öyle birisiydi.. O, başta Akdeniz'deki sahilindeki şehirler ve de başkent Paris olmak üzere, bütün Fransa'yı Cezayir'deki en modern silahlarla techiz edilmiş olan dev fransız ordusunun işgaline karşı barikatlarla, kum torbalarıyla, siperlerle donatmış; sokak sokak verilecek bir savaşa hazırlanmıştı..
Nefesler tutulmuştu, dünya diken üstündeydi..
İki hafta kadar süren bir bekleyiş sonunda.. Cezayir'deki o ordunun alt kademelerinde başlayan çözülmelerin de etkisiyle, o ünlü kumandanlar da çözülmüş ve teslim olmuşlardı..
(De Gaulle, onları derhal 'vatana ihanet' suçlamasıyla askerî mahkemede yargılattı.. Kısa bir yargılamayı takiben idâm cezasına çarptırılan bu generallerin cezalarını, askerî mahkeme, geçmişte ülkeye yaptıkları üstün hizmetlerini gözönüne alarak müebbed / ömürboyu hapse çevirince..
O ceza indiriminin kendisine aid bir yetki olduğunu düşünen De Gaulle, o askerî mahkemeyi hemen lağvetmiş ve kararlarını da geçersiz sayıp, o âsi generalleri idâma mahkûm edecek şekilde yeniden yargılatmak üzere, yakın dostu General Larminat'yı yeni bir askerî mahkeme kurmakla vazifelendirmişti..
General Larminat, adâlet anlayışı ile dostluk duygularının kıskacı arasında kalmış ve girdiği çıkmazdan kurtulabilmek için, müthiş bir tepki vermiş ve intihar yolunu seçmişti.. Bunun üzerine, De Gaulle de lağvettiği o askerî mahkemeyi ve kararını yeniden tanımıştı..)
De Gaulle, bundan sonra ise, Cezayir'in siyasî olarak bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, Fransa'nın Afrika'ya açılan kapısı ve köprübaşı konumundaki Cezayir'den sosyo-kültürel olarak tamamen kopmaması için her türlü manevra ve tedbire de başvurmuştu..
Nitekim, o savaş yıllarında, Cezayir direnişçilerinin lideri durumunda ve Geçici Hükûmet'in başbakanı konumunda olan ve müslüman halkın o müthiş 'qıyâm'ının temeli olan İslamî çizgileri de taşıdığı kabul edilen Ferhat Abbas, Fransa'nın o baskı ve entrikaları sebebiyle, yeni müstakil/ bağımsız olan Cezayir'in liderliğini, Fransa'yla yapılan andlaşmalar gereği ve o sırada Fransa'da hapiste tutulan bir isme terketmeye mecbur bırakılmıştı..
Bu isim, 45-50'sinde olmasına rağmen, minyon tipi ve yüzündeki donuk gülümseyişiyle 25-30'larında imiş gibi gösteren Ahmed bin Bella idi..
Onun etrafında yer alan ve o çetin istiklal mücadelesi yıllarındaki gerilla savaşlarında sivrilen yakın çalışma arkadaşlarından Huari Bûmedyen Savunma Bakanlığı'na, (şimdiki Cezayir Devlet Başkanı olan) Abdulaziz Bûteflika (o zaman, 30'unun altında gibi gözüken sevimli tipiyle) Dışişleri Bakanlığı'na getirilmişti. Muhammed Budiaf da, Devlet Başkanı Yardımcılığına.. (Ki, Budiaf, daha sonra, 1992 başında Abbas Medenî liderliğindeki İslamî Selamet Cebhesi'nin, seçimleri yüzde 85 oy alarak kazanması üzerine, o sonuçları kabul etmeyen emperyalist odakların teşvikiyle, laik generallerin yaptığı bir askerî darbeden sonra Cezayir Devlet Başkanlığı'na getirilmeyi kabullenecek ve birkaç ay sonra da bir suikasdde öldürülecektir..)
Bu ekib, Cezayir'de müslüman halkın elbette mücadelesinde temel dinamik güç olan İslam'a karşı açıkça bir düşmanlık göstermiyorlardı, ama, halkın inanç sistemini esas alan bir dünya görüşünün etki ve yönlendiriciliğini yeni kurulan devlet mekanizmasında hissettirmemek için olanca dikkatlerini kullanıyorlardı.. Bu kadronun sosyalist bir dünya kurmak hayalleri vardı.. Fransa da, bu kadronun, 130 yıldır bütün zenginliklerini emdiği, yağmaladığı Cezayir'in kendilerininki gibi kapitalist bir sistem kurmalarının beklenemiyeceğini kabul ediyor ve sosyalist bir sistemin Batı kültür ve sistematiği içinde kabul edilebilir olduğunu düşünüyordu..
Bin Bella ve yakın çalışma arkadaşları da tam bu hedef için biçilmiş kaftan durumundaydı..
Gerçi, müslüman halka ve o halkın temel değerlerine karşı, 1920-30'lar Türkiyesi'deki gibi, jakoben/ tepeden inmeci, dayatmacı yöntemlerle ve bir devlet terörü estirilerek bir takım laik devrimler yapılmıyordu, ama, o çetin savaş yıllarının da etkisiyle daha bir artmış olan ekonomik yoksulluk pençesindeki ülkeden, İslam adına hemen hiçbir sesin yükselmemesi için de her türlü tertibat alınmıştı..
Ünlü bir fransız dergisinde yayınlanan karikatür durumu çok güzel izah ediyordu:
Cezayir'deki savaşta, bir kol ve bir bacağını çaprazlama kaybetmiş olan bir fransız askeri, elindeki borazanı, iki kolunu da kaybettiği içini borazan çalmak imkanı olmayan bir Cezayir askerinin dudaklarına götürmüş, ona üflettiriyordu.. Yani, borazan Fransa'nın idi, ama, öttüren Cezayirli idi..
(Yazık ki, Cezayir'deki durum, hâlen de o karikatürde anlatılandan farklı değildir.. Çünkü, 1992'deki laik generallerin kanlı askerî darbesinin etkileri kırılabilmiş değildir, yazık ki.. Bu acı durumu en derinden hissedebilecek olan halklardan birisi de herhalde, Anadolu müslümanlarıdır.. Çünkü, aynı merhalelerden geçtik ve son yıllarda bir takım etkili çabalar sergileniyor olsa bile, 100 yıllık zencirlerimizi halen de bütünüyle parçalayabilmiş değiliz, henüz..)
*
Ancak, Cezayir'deki laik-sosyalist diktatörlüğün diğerlerinden yine de bir farkı vardı.. Yeni oluşturulmakta olan sosyalist rejim, o günlerin sosyalist rejimleri üzerine bir ideolojik patronluk veya ağabeylik şemsiyesi açan Sovyet Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin manyetik etki alanına da girmemişti..
*
1965 Haziranı'nda başkent El'Cezire'de Bağlantısız Ülkeler Konferansı toplanacaktı.. Bu ülkeler, kapitalist Batı Bloku'nun da, komünist Doğu Bloku'nun da dışında kalmaya çalışan ve o zaman dünya dengelerinin hesablanmasında küçümsenmiyecek derecede bir güç odağı gibi gözüken bir Üçüncü Dünya Bloku durumundaydı..
Hindistan'ın güçlü lideri Jawaharlal Pandit Nehru, Endonezya lideri Ahmed Sukarno, Mısır lideri Cemal Abdunnâsır, Yugoslovya lideri Mareşal Josef Broz Tito, Cuba lideri Fidel Castro gibi isimlerin katılacak olması bu toplantıyı daha bir renkli hale getiriyor ve tabiatiyle, güvenlik tedbirlerinin de aynı şekilde en üst seviyede alınmasını gerektiriyordu..
Konferansın evsahibliğini yapacak olan Ahmed bin Bella ise, ülkeye gelmekte olan misafirlerini karşılamakla meşguldü..
*
Diyarbakır'da olduğum yıllardı..
Sıcak bir Haziran günü öğleden sonra, elimizde o günlerin modası sayılabilecek küçük bir transistörlü radro, yeni yeni gelişmekte olan Yenişehir Parkı'nda arkadaşlarla oturmuş, sohbet ederken, radyonun normal yayın akışı kesilip, önemli bir haberini duyurusu yapılıyordu.
Gün ortasında, Cezayir İstiklal Savaşı'nın ünlü gerilla liderlerinden ve bağımsızlığın elde edilmesinden sonra da Savunma Bakanı olan Huari Bûmedyen, o uluslararası konferansın emniyet tedbirlerini biraz ileri götürmüş ve Ahmed bin Bella'yı devirip kendisini Devlet Başkanlığı'na oturuvermişti!.
*
Dünya şoke olmuştu.. Ahmed bin Bella zindana atılmıştı..
Bin Bella'nın zindan hayatı Bûmedyen'in ölümüne kadar, yıllarca sürdü ve sonra ev hapsine alındı ve daha sonra da, ülke dışına çıkmasına da izin verildi..
Bûmedyen de siyaset olarak, Bin Bella'nın 3 yıllık başkanlık döneminde belirlenen ve takib olunan temelde sosyalist iç ve dış siyaset proğramlarını uyguladı.. Yani, değişen sadece tek bir kişi idi, bir kişi iktidar sandalyesinden kaldırılıp, yerine bir diğeri oturmuştu.. Yani, tipik bir darbe hareketi idi..
Bûmedyen, dünya siyasetinde fazla gözükmeyen, icraati da dış dünyaya pek yansımayan, sessiz ve de esrarengiz bir lider olarak 1978'de ölümüne kadar iktidarda kaldı ve ondan sonra da M. Şazelî bin Cedid yerini aldı..
Bûmedyen'in dış dünyaya yansıyan en önemli çabalarından birisi, 1975 yılında, İran Şahı Pehlevî ile, Irak Devlet Başkanı Yardımcısı Saddam Huseyn'i, iki ülkeyi savaşın eşiğini kadar ihtilafların halli için imzalanan ve 1975- Cezayir Andlaşması'nı sona erdirmekteki çabaları olmuştu..
Bûmedyen ayrıca, sonucu ağır bir bozgun olan Haziran-1967'deki 6 Gün Savaşı'nda Mısır, Ürdün ve Suriye ordularının askerî açıdan korkunç bir yenilgi almalarından sonra, İsrail ordusunun Şam ve Kahire'ye doğru ilerlemesi üzerine, Mısır ve Suriye tarafından 'ateş-kes' istenmesi dolayısiyle bu ülkelerin liderlerine de ağır eleştiriler getirmişti.. Çünkü, bu eski gerilla savaşçısının mantığına göre, bütün nüfusu 3 milyon kadar İsrail rejimi güçlerinin sadece 15 milyonluk bir Kahire'ye girmesinin bile 'gerilla savaşı' açısından bulunmaz bir fırsat ortaya çıkaracağını, o orduların bu şehrin sokaklarında eritilebileceğini düşünüyordu.. Bu yüzden, o 'ateş-kes' isteyişler, veya öyle bir 'ateş-kes' dayatmasını kabullenişler gerçekte hıyanet çapında idi.. Bu iddia ve görüşler, bir eski gerilla savaşçısının mantığı açısından hiç yabana atılacak cinsten değildi..
Ama, o savaş bölgesinden 3 bin km. kadar uzaktaki bir Cezayir, elini taşın altına koymak yönünde hiçbir adım atmamakla da ayrı bir görüntü veriyordu. Cezayir halkı ise, o eski İslamî mücahede günlerinden sanki hiçbir iz yansıtmıyordu.. Tıpkı, 1920'lerde İslamî bir qıyâm ve mücahede anlayışıyla, Anadolu'da vargücüyle direnen müslüman halkın, üzerine, -birkaç direniş tablosunun kanlı şekilde bastırılması dışında- 1950'lere kadar bir ölü toprağı serpilmişcesine tepkisiz kalışında olduğu gibi bir acı tablo vardı..
*
Bu arada, 1979 başında İran'da İslam İnqılabı Hareketi zafere erişmişti ve dünyanın hemen her yerindeki müslüman toplumlar bu büyük hareket karşısındaki değerlendirmelerini yapmakla meşguldüler.
Ama, Cezayir'den yine hiçbir ses yükselmiyordu.. Kahredici, umut kırıcı bir sessizlik vardı..
İşte o sırada, Ahmed bin Bella'nın, zindanda ve ev hapsinde bulunduğu yıllar içinde oluşan İslam İnqılabı Hareketi'nin mesajı üzerinde düşünmeye ve kendi hayatını hayatını verdiği sosyalizm ideallerini sorgulamaya ve dahası, halkının 1,5 milyondan fazla kurban ödeyerek verdiği çetin savaşların sonunda, o halkın İslamî hedeflerinin önüne kendisinin ve arkadaşlarının çektikleri maniaları düşünmeye başladığını hissettiriyordu. Ama, bu konuda açık itirafda bulunacak kadar bir cesaret de sergileyememişti..
Hattâ, kendisinin ve arkadaşlarının etkisini kırmak için ciddî çabalar sarfettikleri Cezayir'li büyük düşünce adamı Mâlik bin Nebî'nin çizgisine bile açıkça gelememişti.. Gerçi, uzun zindan ve menfâ hayatında Kur'an'ın ve ferdî ibadetlerin kendisine güç verdiğini, direnme gücünü o şekilde geliştirdiğini itiraf ediyor ve amma Cezayir toplumunun içinde bulunduğu derin iç buhranlar konusunda fazla bir şey söyleyemiyordu..
Ve, 1989 yılında, M. Şazelî bin Cedid hükûmeti, ekmek fiyatlarına zam yapınca, yükselen itirazlar, kısa zamanda, 'Allah'u Ekber!' feryadlarının yükseldiği büyük gösterilere dönüşmüştü.. O günlerde kendi hareketlerini, diğer müslüman toplumlardaki sosyal hareketler için de ölçü olarak gören bazı kimseler, 'ekmek zammı'na üzerine yükseltilen 'tekbîr'lerden heyecana kapılmanın mânâsızlığını düşünüyorlar ve diplomatik ilişkilerinin iyi olduğu Cezayir Hükûmeti'ne karşı soğuk bir tavır sergilememek gerektiğini düşünüyorlar, bu konuda yazılar yazıyorlar ve dahası, Bin Cedid'i ağırlıyorlardı..
Bin Cedid, 'ekmek zammı'nı geri alarak, halkı yatıştırmaya çalışmış ve kanlı gösterilen nisbeten yatışmıştı da.. Ama, o günlerde, Cezayir'de iki ay kadar kalan bir 'zenci müslüman gazeteci', Cezayir toplumunun içten içe kaynadığını ve İslamî bir hareketin derinden derine cûş'u hurûş halinde olduğunu belirtmiş ve nicelerimizi umutlandırmış- sevindirmişti.. Ama, bazıları, Cezayir Hükûmeti'nin zayıflatılmasının stratejik açıdan zararlarına değinen yorumlara öncelik veriyorlardı..
Ve zâhiren, 'ekmek zammı' ile başlayan o protestoların tutuşturduğu İslamî bir sosyal düzen oluşturmak gerekliliği fikrinin, Cezayir halkının kalbini ve beynini, 30 yıl kadar süren bir uyuşukluk döneminden sonra yeniden şekillendirdiği görülüyordu..
Ama, Abbas Medenî liderliğindeki İslamî Selamet Cebhesi etrafında bir anda yükseliveren İslamî muhalefet, Cezayir'deki 30 yıllık sosyalist rejimi derinden derine sarsarken..
Ahmed bin Bella, bu hareketi, eski ideolojisinin çerçevesi dışına çıkarak değerlendirmek açısından da âciz kaldı.. Zihninde bir takım sual işaretleri vardı, amma, halkıının safları arasına cismen olmasa bile, fikren katılmak cesaretini gösteremedi..
Esasen, geniş kitleler de, eski dünyasından epeyce uzaklaşmış olsa bile, o tereddüdlerinden yine de kurtulamayan Bin Bella'yı kendi saflarında görmek gibi bir istek de izhar etmedi.. Çünkü, o, neticede, müslüman halkın 'qıyâm'ını, istiklal mücadelesini satan isimlerinden birisi idi..
*
Ahmed bin Bella, 1992'de, 20 sene önce bugünlerde meydana gelen ve (FİS - Le Front Islamique Saluation / İslamî Selamet Cebhesi)'nin bütün lider kadroları ve onbinlerce tarafdarları zindanlara doldurulur ve ölümlere gönderilirken, Ahmed bin Bella'dan -içte sesinin boğulmuş olabileceği kabul edilse bile- dışarıya yansıyan ciddî bir itiraz sesi de yükselmedi..
Ahmed bin Bella, 90 yaşın üzerinde, artık bu dünyayı terketmiş bulunuyor. Acı ve üzerinde düşünülmesi ve dersler çıkarılması gereken uzuun bir dünya hayatı..
Geride, Cezayir müslümanlarının fransız emperyalizmine karşı verdiği o muazzam istiklal mücadelesini, 'qıyâm'ı, 'cihad'ı sosyalist ideallere satan kadronun en tepe isimlerinden birisi olarak anılmanın ötesinde, fazla bir şey kalmamış bulunuyor, yazık ki..
Allah'u Tealâ'nın kulları üzerindeki her türlü tasarrufunda rahmet olacağı inancıyla, onu da, ebedî hayata geçtiği bu günlerde böylece anarken; asıl muradımız da, sonunda onun gibi hayıflanılacak bir hayat yaşamamak dikkatini hatırlamaktır..