Yasin Aktay / Yeni Şafak
Türkiye’de Taha Abdurrahman rüzgârı?
Türk okuyucusunun kitaplarıyla son 4-5 yıldır (Pınar Yayınları) tanışmaya başlamış olduğu ünlü Mağripli (Faslı) düşünür Taha Abdurrahman geçtiğimiz hafta içinde Türkiye’den arka arkaya verdiği konferanslarla adeta bir rüzgâr gibi geçti. Prof. Dr. Mehmet Görmez’in başkanlığını yaptığı İslam Düşünce Enstitüsü tarafından organize edilen programlarla önce İstanbul İSAM’da “Özgün bir İslam Felsefesini Nasıl Kurarız?” başlığı altında bir konferans veren Abdurrahman, ertesi gün Ankara’da “Müslümanca Düşünmek Nasıl Olur?: Tefkir ve Tefekkür” başlığı altında Gazi Üniversitesi’nin Konferans Salonunda bir konuşma yaptı. Sonraki günlerde de Cumhurbaşkanı Millet Kütüphanesinde, sonraki gün de yine Cumhurbaşkanlığı konferans salonunda bu sefer Gazze üzerine “Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti” başlığını verdiği bir konuşma yaptı. Aralarda İslam Düşünce Enstitüsü’nde ilgililerle yaptığı buluşmalarda yaptığı sohbetler cabası. Bu ziyareti esnasında Cumhurbaşkanı tarafından da kabul edilen Abdurrahman İslam Düşünce Enstitüsü’nce takdir edilen “2024 İDE Büyük Mütefekkir Ödülü” kendisine Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz tarafından takdim edildi.
Türk okuyucusunun kitaplarıyla sadece 4 buçuk yıl önce tanışmış olduğu Taha Abdurrahman’ın konferansları hakkında akla ilk gelebilecek şey gördüğü olağanüstü ilgi. İSAM’daki konferans salonu konuşmasının başlamasına saatler kala doldu mesela. Konuşma başladığında çok sayıda insanın ayakta izlediği konferansa yeterince erken gelemediği için katılamayan çok sayıda insanın olduğu görüldü. O yüzden programın organizatörü Mehmet Görmez hoca konuşmasının başında bu ilgiye duyduğu şaşkınlığı ifade etmek durumunda kaldı. Hatta bunu tahmin etmiş olsa daha büyük bir konferans salonu ayarlayabileceğini de söyledi.
Gazi Üniversitesi’ndeki konferansta da siyasetten, bürokrasiden, entelektüel dünyadan neredeyse bütün tanıdık simalar hazır bulunuyordu ve salon yine bütün katılımcıları alamadı. Gerçi İDE hem konferansların metinlerini önceden Türkçeye çevirmiş ve isteyenlerin okuyabileceği bir formatta yaymış hem de konferanslar canlı olarak sosyal medya üzerinden izlenebiliyordu. Ama bu imkân bile insanların bir Müslüman Mütefekkiri görmek ve konuşmasına canlı olarak şahit olma arzusunu engellememişti. Bence ilginç olan ve bir şekilde anlamaya çalışmamız gereken bir durum bu.
Anlamaya çalışmamız gereken tarafı, uzun zamandır İslami fikriyat alanında bu kadar çok insanı aynı anda böyle bir takdimi izlemek üzere toplayan böyle bir entelektüel vesilemizin olmayışı. Taha Abdurrahman’ı eserleri Türkçeye çevrilmeden önce de, yıllardır tanırım. Mağrib’in zengin entelektüel ortamında yetişmiş gerçekten kendine özgü bir düşünce çizgisi, imzası oluşturabilmiş müstesna şahsiyetlerden biridir.
Fas’ta çağdaş İslam Düşüncesine ciddi katkıları görmezden gelinemeyecek ve yakın zamanda vefat eden bir Muhammed Abid el-Cabiri’nin de bütün eserleri Türkçeye çok daha önce çevrilmiştir. Vadi Yayınlarından doksanlı yılların başlarında “Tarihselcilik ve Gelenek: Arap Entelektüelinin Krizi” isimli kitabı yayınlanmış olan ama daha sonra çok fazla eser verdiği halde çok azı çevrilen Abdullah Laroui de Fas entelektüel ortamının özgünlüğünü ve derinliğini yansıtan önemli isimlerden. Yine Türkçeye birkaç küçük risalesi dışında (onlar da Taha Abdurruhman’ın eserlerini yayımlayan Pınar yayınlarından çıktı) eserleri yeterince çevrilmeyen ve kısa bir dönem Dünya İslam Alimler Birliği Başkanlığı da yapan, makasıd ekolünün önemli isimlerinden Ahmed Reysuni de Fas’taki İslami fıkıh ve düşüncenin derinliğine şahitlik eden başka bir isim.
Taha Abdurrahman’ın Türkiye’de gördüğüne şahit olduğum bu olağanüstü ilgiyi kuşkusuz iyi okumak lazım. İyi tarafından bakarsak Türkiye’nin düşünürlere hak ettikleri ilgiyi gösterme ve değeri verme konusunda daha kadirşinas olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bu kadar basit bir sebebe indirgenemez bu ilgi. Farklı boyutları da var. Ama onlara gelmeden önce yeri gelmişken değinelim: ne yazık ki İslam dünyasının birçok yerinde çok değerli İslam alimlerinin değeri bilinmek bir yana her türlü ihtimale karşı hapislerde tutuluyor. İslami ilimleri ve ahlakı kitlelere sevdiren, sadece alim değil aynı zamanda davetçi ve hareket adamı da olan Selman el-Avde’nin şu anda bütün İslam ülkelerinde baş üstünde tutulması gerekirken şu anda hapiste. İslam ve laiklik, modernlik, demokrasi ve ahlak konusunda Taha Abdurrahman’ın belki de yürüttüğü bütün felsefi mülahazaların pratiğini ortaya koymuş olan Raşid el-Gannuşi seksen yaşının üstünde olduğu halde halen hapiste. Daha birçok isim kendi ülkelerinde baştacı edilmeleri gerekirken ya hapiste ya sürgünde veya kendi ülkelerinde adeta ademe mahkum edilmişlerdir.
Taha Abdurrahman’ın Türkiye’de gördüğü ilginin onun düşüncelerinin ve kitaplarının okunmuş ve benimsenmiş olmasıyla ilgisi olduğuna dair açıkça bir işaret bulamıyorum. Konferanslarına gelenlerin çoğunun kitaplarından birini bile okumamış olduğu, hatta çoğunun sadece ismini ve namını duymuş ve ama buna dair bir intiba oluşturmuş olduğunu söyleyebilirim. Öyleyse bile hiç de şikâyet edilecek bir durum değil bu. Ama geriye bu intibanın ne olduğu ve insanların bir düşünürden veya kendi deyimiyle bir mütefekkirden ne beklediklerini anlamaya ve çalışmanın kaldığını söyleyebiliriz.
Ankara’daki konuşmasını izlerken yanımda Ankara’da mukim Fas’tan mukim biri oturuyordu. Taha Abdurrahman’ın bilhassa siyasilerden, bürokrasiden gördüğü bu ilgi karşısında kendisi de şaşkınlığını gizlemiyordu. Kendisine Fas’ta da Hocanın bu kadar ilgi görüp görmediğini sordum. Cevabındaki tereddütte onun kadrini kıymetini yeterince bilmiyor olduklarını şimdi anladığına dair bir mahcubiyet vardı..
Kendi ülkesinin insanlarının yeterince kadrini kıymetini bilmediği bu değerli İslam mütefekkirine Türkiye’de gösterilen bu ilgi ve verilen değer kuşkusuz Türkiye adına herşeyden önce gurur duyulacak bir şey. Ama nerede kaldı şimdiye kadar sürekli kendi kendimize dövündüğümüz, felsefeye, düşünceye, kitaba, okumaya, kültüre olan ilgisizliğimiz?
Doğrusu Taha Abdurrahman rüzgarının başka isimler, konferanslar, kültürel ve düşünsel etkinlikler vesilesiyle pek tekrarlanmıyor olması, bu rüzgârın bir istisna gibi yaşanıyor olması tam da bu ilgisizliğe dair şikayetlerin hiç de haksız olmadığını gösteriyor. O zaman yine başa gelip soruyu tekrarlıyoruz: Taha Abdurrahman’a gösterilen ilginin ardındaki asıl saik ne ola? Cevabını birlikte arayabileceğimiz bir sorudur bu? Bilahare devam etmek üzere.