Suriye halkı 50 yıllık en katısından askeri bir muhaberat diktası olan Baas-Esed rejimine daha ne kadar tahammül edebilirdi? Bir tarafta insanlığa karşı işlediği suçlarla sicili kabarmış Baas-Esed şebekesi tanklarla kuşatma altına aldığı şehirlerde Suriye halkının evlerini başına yıkıyor diğer tarafta ise kerameti kendinden menkul kimi Ortadoğu uzmanları analiz adı altında spekülasyonlarını sürdürüyorlar.
Hüsnü Mahalli gibi Baasçılığıyla maruf bir karakter dâhil neredeyse hiç kimse Türkiye’de Baas-Esed rejimini doğrudan sahiplenme veya savunma üzerine söylem geliştiremiyor. Fakat Baas müdafii perspektif, söylem ve duruş oldukça dolaylı, alabildiğine pragmatik ve stratejik hesaplarla örülü olarak Suriye muhalefetini kirletip itibarsızlaştırma çizgisinde kendini gösteriyor.
ABD’nin işgal ve katliam planlarına karşı çıkan hiç kimse işlediği suçları görmezden gelip Saddamcılık veya Irak Baasçılığı yapmadı. Ama siyasal analiz veya antiemperyalist duruş adı altında söylemlerine Esedçilik ve Baasçılık gibi kanlı bir kisveyi geçirmekte beis görmeyenler hiç de azımsanamayacak oranda. Manzara şöyle: Türkiye’deki Esed-Baas lobisinin bir kolu İran ve Hizbullah’ı koruma refleksiyle hareket ediyorsa diğer kolu da Rusya ve Çin’le uyumlu laik-Sosyalist bir cuntayı İslamcı bir muhalefete karşı muhafaza refleksiyle hareket ediyor.
Süreçten ve Hedeften Şüphelendiren Sorular!
Esed-Baas rejimin icraatlarını, ilişkilerini savunmak mümkün olmadığı için her halükarda yapılabilecek makul bir iş olarak bol bol soru sormak ve mümkün olduğunca şüphe ve geleceğe dair kaygı üretmek en akıllıca seçenek olarak belirginleşiyor.
Kamuoyu önünde çokça dillendirilen birkaç soruyu biz de burada tekrarlayalım: Sokaklara dökülen halkın öncelikle, Esedgillerin örgütlediği cinayet ve yolsuzlukla maruf Baas çetesiyle uzlaşma yollarını zorlaması gerekmez miydi?
Suriye halkının Esed’in reform ve genel af ilanına kadar sabretmeleri, İran ve Rusya’yı da bu sürece katkı sağlamaları için ikna etmeleri daha makul ve sonuç alıcı olmaz mıydı?
ABD ve AB’nin Esed sonrasında iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel İslamcı bir rejimle İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmak istemeyeceği biliniyorken Suriye halkı kime güvenerek isyan bayrağı açmıştır?
Esed-Baas lobisi tarafından sorulan bu türden sorularda göze çarpan en önemli hususlar şu şekilde sıralanabilir:
1- Hiç bir güvenilirliği ve itibarı kalmamış katil rejimle,
2- Bu rejimi ayakta tutmayı kendi kaderlerini teminat altına almakla eş anlamlı gören İran ve Rusya’yla ve
3- Bosna’dan Ruanda’ya, Çeçenistan’dan Afganistan’a kadar dünyanın hemen her bölgesinde sicilleri insanlığa karşı işlenmiş suçlarla dolu olan ABD ve AB’yle uzlaşmayan, icazet almayan muhalefetin kanı dökülür, evi yıkılır, mülteci konumuna düşürülür.
Fakat doğru düzgün kimsenin kılı kıpırdamaz. Bir şeyler yapmak isteyenler de ‘eksen kayması’ veya ‘neo-Osmanlıcılık’, olmadı “The Şövalye” diye yaftalanır.
Erdoğan ‘Şövalye’, Taştekin ‘Muhafız’ mı?
Suriye konusunda uzun bir zamandır görüşler serdedenlerden biri de Radikal gazetesinden Fehim Taştekin. Taştekin’i Suriye üzerine yazdıkları ve ekranlarda dile getirdikleri ile Baas-Esed rejimin ‘dolaylı muhafızı’ olarak nitelemek pek yanlış olmaz sanırım. Hüsnü Mahalli’yle paslaştığı son açık oturum ve yazılarına dikkatlice bakmakta da fayda var.
Fehim Taştekin’e göre Suriye’de gösteriler barışçıl olarak devam etseydi rejimin ayakta kalması mümkün değildi. Fakat muhalefetin işe silahları karıştırması ile süreç zehirlenmiş. Suriye’de bir trajedi olduğunu kabul eden Taştekin’e göre ‘her iki taraf da insanlık suçu işliyor’muş. Kimin yaptığı, kimin başlattığı belli olmayan çatışmalar, Lazkiye’nin bombalandığına dair yalan haberler, Suriye’yi Bosna’ya benzeten ajitasyonlar gibi gelişmelerden son derece müşteki olan Taştekin şöyle söylüyor: ‘Şehirlerde silahla dolaşan çetelere hiçbir devlet izin vermez.’
Bir açık oturumda moderatörün “Neden muhalefetin gösterilerine kurşun ve bombayla karşılık veriliyor?” sorusuna Hüsnü Mahalli şöyle cevap veriyordu: “Suriye’de biber gazı yok. İngiltere’den istedi, Fransa’dan istedi vermedi, vermiyor. Devlet mantığıyla bakacaksınız. Esed ben devletim diyor.” Taştekin ise H. Mahalli’nin yetersiz kaldığını düşünerek hemen devreye giriyor: “Aslında ABD dâhil bunu yapmayacak bir ülke de yok.”
Türkiye’nin Esed-Baas rejiminin gitmesi üzerine hesap yapmasını yanlış bulan Taştekin, ABD ve Avrupa kanadının rejimin devrilmesi hususunda frene bastığını, Obama yönetiminin İsrail’in güvenliği düşünerek kontrollü çöküş stratejisi çerçevesinde müdahale şartlarının olgunlaşmasını, muhalefetin müttefiklerine taahhüt vermesini beklediğini söylüyor. Taştekin hem acele eden hem de politikasını keskinleştiren Türkiye için “Kendi ayaklarına ha bire gemici düğümü atıyor” şeklinde nitelemede bulunuyor.
En son kaleme aldığı “'The' Şövalye: Savaşa doğru pupa yelken” başlıklı yazısı da diğer yazıları gibi statükoyu olabildiğince koruma kaygısı içeriyor. Neredeyse “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesiyle örülmüş. Taştekin’in katliam ve yıkım politikalarına karşı çıkan Erdoğan ve Davutoğlu’nu ironik bir ifadeyle ‘şövalye’ olarak nitelemesi de uluslararası iktidar ve gücün muhafazasından yana tavır koymaktan başka bir anlama geliyor mu acaba? Geçmişte Kafkasya sorunuyla, Çeçenistan’da yaşanan işgal ve katliamlarla ilgilenmiş bir kişinin şimdilerde durduğu yer ne kadar da düşündürücü!