Cennetvari Bir Saray Elhamra!

NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

Sarı sıcak yazlar düşürür aklımıza uzakları… Sisli, bulutlu gri kış günlerinde, küçülür dünya… Baharın muştusuyla kalp kıpırdar, kış boyu koşuşturulan programlar, yazılan  yazı, kitap, seminer, konferans, etkinlik,  ne varsa geride kalır. Güneşin arza değen ışıklarıyla yol aydınlanır. Bir yerlere, hiç görmediği ama içinde büyütüp durduğu diyarlara ulaşmak ister insan. Bir nevi kaçıştır belki de bu… Şehirden, beşerden, rutinlerden…

İşte geçen yaz böyle bir girizgâhın ardından, nereye gideyim diye fazlaca kafa yormadan, Tatil firmalarının “Büyük İspanya Turu” diye sitelerinde yayınladıkları, benim için ise “Büyük Endülüs Seyahati” olarak adlandırabileceğim seyahattin anekdotlarıdır bu yazı...

Çok yıllar önceydi.  Henüz üniversitede öğrenciyken, arkadaşlarımla birlikte sık sık uğradığım bir kitabevi vardı. Adı Endülüs olan… Buradan bazen kitap alır, bazen de küçük çay ocağında sohbet tadında okumalar yapardık arkadaşlarla.. Endülüs adı belirgin şekliyle daha o zamanlardan zihnime nakşolmuştu galiba…  İspanya deyince tarih kitaplarımızda yeterince hissedemediğimiz, ama yüreğimizi işgal eden sorgulardan ve hüzünden de beri duramadığımız bir zaman dilimi, bir coğrafya olarak o gün bugün zorlar dururdu zihnimi.

24 Ağustos’tu. Vira bismillah yoldayız. İstikamet İspanya… Öğrencilik yıllarında bütün gizemiyle havsalama kodladığım Endülüs’e küçük bir vefa ya da masum bir yüzleşme yolculuğu da denebilir buna…

İstanbul havaalanından çıktığımız seyahat İspanya’nın Barcelona şehrinden başladı. Bundan sonrasını karayoluyla sağlamak üzere otobüsle yola koyulduk. Birkaç gecelik konaklamaların ardından Endülüs Bölgesine, yani Elhamra Sarayı’nın bulunduğu Grana’da şehrine geldik. Seyahate çıkarken daha çok Endülüs’e odaklanmış biri olarak Barcelona, Valensia ve Sevilla’dan sonra Granada’ya… Müslümanların bir dönem aktif olarak yaşadıkları ve tarih yazdıkları şehre ayak basmak güzel ve bir o kadar hüzün vericiydi elbette.  Şehir alabildiğine sıcak olduğundan işyerlerinin birçoğu öğlen paydosunda. Sıcaklık ikindiye doğru azalıncaya kadar dükkânlar kapalı kalıyormuş Grana’dada. Vaktimiz az olduğundan, sıcağa aldırmadan şehri dolaşmaya çıkıyoruz. Caddelerin üstüne yer yer devasa hasırlar örtülmüş, gölgelik niyetine. Dericilik İspanya’da yaygın olduğundan sayısız ayakkabı ve çantacı dükkânının önünden geçiyoruz. Vitrinlerde albenisiyle insanı büyüleyen çanta ve ayakkabılar, ister istemez ata sporu olarak hâlâ İspanya’da arenalarda sürdürülegelen boğa katliamını getiriyor aklıma.  Katledilmiş boğaların derilerinden de yapılmış olması muhtemel bu ürünler, içime bizim kurban bayramlarımızı katliam olarak sayan fakat kendi gaddarlığında boğulan  batının çifte standardını resmediyor bir nevi…

Akşamın olmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Rehberimiz, akşam, Albayzin mahallesine gidip oradaki, Mirador de San Nicholas Meydanı’ndan El Hamra’yı gece ışıklarıyla seyredebileceğimizi söylüyor. Yarın da bizzat gidip içini gezeceğiz.

Akşam yemeğinin ardından otelden çıkıyoruz. İki üç katlı, teraslı, beyaz boyalı evlerin önünden geçiyoruz. Granada’da bulunan Sakromente semtini yoğun olarak İspanyol Çingeneleri oluşturuyor.  Buradaki mağara evlerde dünyaca ünlü Flamenco dans gösterileri yapılıyor. Bir dönem İspanya’da Çingenelere uygulanan soykırım ve ayrımı anlatan ve keskin ayak vuruşlarıyla yapılan bu dansın sesleri karanlık dar sokaklara kadar yayılıyor. Keskin ve tiz ökçelerin eksantrik sesi kim bilir kaç uzun geceyi bölmüştür böyle…

Benim aklımda ise Elhamra var… Balkonlarından çiçeklerin sarktığı, çift katlı sevimli evlerin önlerinden, daracık taş sokaklardan fotoğraf alarak, tarihin sayfalarında kaybolmak istercesine süzülüyorum. Endülüs, üniversite’de şehrin keşmekeşinden sıyrılıp geldiğim o münzevi kitapeviyle özdeşleşti şimdi. Ve geldiğimiz meydanın ortasında büyülenmiş gibi kalakalıyorum. İşte bütün gerçekliğiyle, ışıkların gizeminde, okyanusun ortasında bir gemi gibi duruyor orada… Endülüs denince ilk akla gelen ve son terk edilen Müslümanların kalesi  El Hamra!

Endülüs Kitabevi’nin sayfaları arasında yıllar öncesi kanayan kalp yeniden sökün ediyor. Gece, karanlık ve El Hamra! Yalnızlığın ortak paydasında buluşuyoruz. Geleceği bilemeyiz, bizi belki korkutur, belki umutlandırır,  ama geçmiş bütün yaşanmışlığıyla ortadadır ve çoğu zaman kalbimize dokunur.  İşte o anlardan biri…

 İslam mimarisinin ulaşabileceği en güzel mimarilerden biri olmanın şahitliğini yapan  Elhamra Sarayı'nın temeli 1232 yılında, Gırnata Emirliği yani Beni Ahmer (Nasiriler) devletini kuran 1. Muhammed (Muhammed bin Ahmer) zamanında atılmış. Sonraki İslam emirleri tarafından da genişletilmiş.  Karanlığın içinde son imparator gibi duruşuyla yarın için kalpten kalbe anlaşıyoruz onunla. Sabah erkenden gelip gündüz gözüyle sarayın içini gezeceğiz…

***

Elhamra, tepelik bir konuma sahip…  15-20 dakikalık ağaçlar arasında hoş bir yolda yürüdükten sonra gişelere ulaşıp, sarayın bahçesine adım atıyorum. Ağaçların arasından süzülen ışık huzmeleri, kuş cıvıltıları ve az sonra onlara katılacak su sesleri arasında saraya giriyorum.  Elhamra cümlelere sığmayacak ihtişamı ve de hüznüyle selamlıyor bizi…  

756’da  Arabistan’da, Abbasi hükümranlığından kaçarak, İspanya’da Franklara karşı cihat başlatıp kısa zamanda tam bir İslam egemenliği kuran Emeviler, asırlar sonra, Dünya’da cennetvari bir yer ortaya çıkarmak düşüncesiyle yapıyorlar Elhamra’yı…  Başarıyorlar da… Roma mimarisinin islam mimarisiyle yoğrulduğu sütunları, tavan işlemeleri, çeşmeleri, kemerleri, hamamları,  şehri her cepheden gören verandaları, muhteşem bahçelerindeki ağaç ve çiçeklerin uyumuyla,  gerçekten de bir dünya cennetini hatırlatıyor daha ilk bakışta. Öyle bir günde fethedilecek, keşfedilecek gibi değil. Günlerce hemhal olmak, gezmek, dolaşmak, teneffüs etmek, tefekkür etmek gerekiyor bu otantik mimariyi. Ama seyahatler hep sayılı zamana sığar, tıpkı ömür gibi…

Beni bu seyahatte en çok etkileyen an ise, Elhamra’nın düşüşü sırasında yaşananlar oldu. Müslümanların İspanya’da zayıflaması, kendi içinde bölünmesi ve Hristiyanların egemenliğine girmesiyle, Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in ülkesini hiç direnmeden 50 maddelik anlaşma ile Ferdinand ve eşi Kastilya Kraliçesi İsabel’e teslim etmesiyle elimizden akıp gitmiş Elhamra. Bu hazin yenilgi sonrası odasına kapanıp ağlayan Emir Abdullah Muhammed’e annesi neden ağladığını sorar. O da: “Baksana emek verdiğimiz her şey elimizden gitti. Düşmanlarımızın eline geçti.” diye yakınır. Annesi ise şöyle der: “Erkek gibi savaşsaydın şimdi böyle kadın gibi ağlamazdın.”  İnsanın içini sızlatan bu sözler sarayı gezdiğiniz müddetçe kulaklarınızda çınlıyor adeta...

Ne yazıktır ki tarihte Müslümanların kurduğu medeniyetlerin çöküşü hep benzer sebeplerden… Endülüs’te güçlü bir medeniyet kuran Emeviler, bazı dönemler halifeliği üstlenecek kadar bu güçlü yapı, ne zamanki kendi içinde bölünmeler, iç hesaplar yaşıyor, bunun üzerine gitmek yerine, hükümranlıklarının en zayıf anında yapıyorlar Elhamra’yı… Ayakta kaldıklarını göstermek, güzellik, şaşaa ve güç sembolü olabilsin diye. Ancak bu yöneliş, çöküşü hızlandırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

 Endülüs’ü işgal eden Kraliçe İsabel Endülüs’te tek bir Müslüman kalmayıncaya kadar yıkanmayacağına yemin ediyor ve adı pasaklıya çıksa da ülkedeki son Müslüman’a kadar tutuyor sözünü. Sonrası katliam, tecrit, sürgün…  Duvarlarında: “ Allah’tan başka galip yoktur.” yazan bu mescid’den ayrılırken ibretamiz izler kaydoluyor belleğime. Kaybettiklerimiz içimizde… 

Kaynak: Kültür Ajanda Mart sayısından alıntılanmıştır