Bu yazıyı perşembe günü, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın açıklamasından önce yazmıştım. Değiştirmeden yayımlamakta yarar görüyorum...
Son günlerin en popüler konularından biri muhakkak ki 'cemaat' meselesi... İddia edildiğine göre, Gülen cemaati bir siyasî aktör haline geldi ve toplumsal gücünü bir siyasî stratejiye dönüştürme gayreti içinde.
Söz konusu tespit veya yargıya yol açan olayların en önemlisi MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la birlikte eski Müsteşar Emre Taner ve diğer üç MİT mensubu hakkında soruşturma açılmak istenmesiydi. Soruşturmanın temelinde net bir değerlendirme var: MİT'in PKK ile yakın ilişkisi içinde meşruiyet çerçevesini geçtiği söyleniyor ve Oslo görüşmeleri bu meşruiyet 'zaafı' ile ilişkili kılınıyor. Savcıların bu girişimi hukuken henüz sonlanmış değil. Hükümetin çıkardığı acil yasa değişikliği sayesinde soruşturma Başbakanlığın iznine bağlandı ve bu izin de verilmeyecek ama son karar mercii Danıştay... Hükümete yakın çevreler savcıların bu konuda çok ısrarlı olacaklarından, Danıştay'ın da soruşturma yolunu açacağından emin gözüküyorlar.
Bütün bunların Gülen cemaati ile ne ilgisi olabileceğini düşünebilirsiniz... Ama önce birkaç tespit yapalım. Birincisi, bugün Türkiye'de gündeme müdahale edebilecek etkinlikte dört siyasî güç var: AKP, PKK, Ergenekon ve Gülen cemaati. Muhalefet partilerinin hiçbir etkisinin olmadığı, siyasî kavganın güvenlik bürokrasisi içinde yapıldığı ve toplumsal algı üzerinden yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. İkincisi, toplumsal desteğe karşın son derece kırılgan, temel konularda çıkış yolu bulamayan bir hükümete sahibiz. Çözümler ertelendiği oranda AKP bir tür 'şemsiye' partiye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya. Diğer bir deyişle diğer üç aktörün parti içinde konumlanması ve hükümetin siyasetsizlik zaafını bir krize dönüştürme imkânı mevcut.
Dolayısıyla hükümet, kendi zaaflarını krize doğru taşıyabilecek girişimlerden fazlasıyla rahatsızlık duyuyor ve bunu bilinçli bir siyasî hamle olarak görüyor. Bu bağlamda MİT soruşturması da AKP açısından 'kendisine karşı' bir hamleydi ve görünürdeki öznesi de bir savcıydı. Ancak savcının böylesine apaçık siyasî bir kararı kendi başına almış olması mümkün görülmediği için, asıl öznenin arka plandaki siyasî güçlerden biri olması gerekiyordu. Öte yandan yargı ve emniyetteki reform ve değişimlerin, Gülen cemaatine sempati besleyen insanların önünü açtığı, bu kişilerin de kendi aralarında doğal ağların oluşmuş olduğu bir sır değildi. Buna karşılık Ergenekon sempatizanlığının da yargıda halen yerleşik bir güç olduğu açıktı.
Kısacası MİT krizi oluştuğunda 'doğal' bir mantık yürütmesiyle bu olayın ya Ergenekon, ya da Gülen çevresinden kaynaklandığı tahmini yapıldı. Soruşturmanın içeriği ve bazı MİT elemanlarının gayri meşru eylemleri önemini yitirdi, çünkü esas hedefin hükümetin Kürt siyaseti olduğu belliydi. Kamuoyunun belirli bir yargıya varması ise çok gecikmedi, çünkü Gülen cemaatine yakın olduğu bilinen Samanyolu Televizyonu ve Bugün Gazetesi hakkında, MİT Müsteşarı aleyhine bir yayın çizgisini çok çabuk benimsedikleri yönünde bir kanı oluştu. Bu arada soruşturmanın olgusal içeriğine dikkat çekmek üzere gayret gösterildiyse de, bu çaba beyhude oldu... Çünkü 'büyük' siyaset bilgi ve delillerin üzerini örttü ve böylece AKP ile Gülen cemaati arasında bir çatışmanın olduğu neredeyse herkesin zihninde tescillendi.
Oysa cemaatin herhalde en az yüzde doksan beşinin bütün bunlarla en ufak bir ilgisi olmadığı gibi, bunların yine büyük çoğunluğu AKP seçmeni. Dahası Gülen cemaati, yüzyıllara dayanan tarihsel bir kentli, eğitimli, entelektüel İslam anlayışı damarının üzerine oturuyor ve gerçek bir ihtiyaca cevap veriyor. Bu nedenle yatay bir eklemlenme üzerinden toplumsal mobilizasyon üretebiliyor. Türkiye'nin demokratlaşması, dünyaya entegre olması açısından son çeyrek yüzyılın en önemli ve hayati toplumsal unsurlarından biri. Öte yandan koşullar, cemaat mensuplarının reformlar sayesinde 'boşalan' güvenlik bürokrasisine 'doğal olarak' girmesini sağladı ve orayı da dönüştürme imkânı yarattı.
Bu durum belki de cemaatin daha önce tam olarak idrak edilmeyen bir 'sorumluluk alanıyla' karşı karşıya olduğunu söylüyor: Eğer kamusal alana müdahale etme gücünüz varsa veya mensuplarınızın kamusal alan müdahaleleri 'cemaatin iradesi' olarak okunma eğilimi taşıyorsa, hem topluma, hem de bizzat kendi mensuplarınıza karşı farklı bir sorumluluğunuz var demektir... Bunun nasıl karşılanacağı tabii ki cemaatin kararıdır ama sessizlik artık geçerli bir strateji gibi gözükmüyor. Toplum Gülen cemaatinin 'sözünü' ilkesel bazda ve siyasî bağlamla bağlantı kurmak üzere duyma ihtiyacı içinde. Bu sorumluluğun es geçilmesi, giderek daha sıkıntılı bir sürece işaret edebilir. Çünkü gücü olan ancak bu gücün kamusal sorumluluğunu almaktan kaçınan yapılanmalar, kullanılmaya son derece açık hale gelirler ve Ergenekon türü oluşumların varlığında istenmeyen sızmalara meydan verebilirler.
Gülen cemaati bu ülke için çok değerli bir 'taşıyıcı'... Kıymetini bilmek, sorumluluğa sahip çıkmak gerek.
ZAMAN