İdeolojilerin gerçeklikle olan uyumsuzluğu hemen her zaman bir değişim potansiyeli, ama aynı anda da kendisini daralma ve kalıplaşma olarak ortaya koyan bir yozlaşma eğilimi yaratır. Günümüzde hem modernist sağın hem de modernist solun da böyle bir sorunu var... Çünkü modernizmi şekillendiren zihniyet yapısı içinden günümüze ‘dokunan’ bir ideolojik bakış üretmek neredeyse imkânsız. Öte yandan modernist sağ hâlâ iktidarı elde tutmanın avantajıyla, kendisini geçen dönemin mücadelesinin galibi olarak görüyor ve bu da onları psikolojik olarak rahatlatıyor. Oysa sol hem yenik, hem de yenmeyi hayal bile edemeyecek kadar tıkanmış durumda. Bu durumu psikolojik olarak taşımak hiç de kolay değil... O nedenle bugün ideolojik gibi duran birçok söz ve tavrın gerçekten sözkonusu ruhsal halin yansımaları olduğunu görmekte yarar var. Gerçeklikle başa çıkamamak çoğu zaman sahte bir gerçekliğin üretilmesini ve bunu taşımayı mümkün kılacak kadar cemaatleşmeyi ima eder. Aynı anda siyasete de müdahil olma isteği ise, gerçekliğin çarpıtılmasını ama bu çarpıtmanın meşru gösterilmesini gerektirir. İşte müptezellik de böyle başlar ve her hastalanma durumu gibi, paylaşıldığı oranda yapısallaşır.
İdeolojik anlamda müptezelliğin anlaşılması için iyi örneklerden biri Batılı solcuların “Türkiye, Ermeni soykırımını kabul etmediği takdirde AB’ye alınmamalı” tezi... Bu önerme ‘siyaseten doğru’ bir tutumu ifade ediyor. Ne var ki yargıda bulunduğu ülke insanları ile hiçbir zihinsel ilişki kurmuyor. Onların neyi ne kadar bildiklerini, nasıl yetiştiklerini, hangi tür hastalıklara sahip olduklarına bakmıyor. Kısacası ‘siyaseten doğru’ olan bu önerme yaşanmakta olan gerçekliği elinin tersiyle kenara itip, yaşanmış olan gerçeklikten bir dogma çıkarsayarak steril bir entelektüellik yaratıyor. Buradan hareketle ortaya konan siyaset ise, doğal olarak kategorik algıları öne çıkarıyor. Bir anda bütün ‘Türkler’ aynı kaba sokulurken, gizli kalmış bir ırkçılığı ima eden siyaset önerileri yapılabiliyor. Söz konusu ırkçılığın ‘meşru’ hale gelmesi için ise ahlakçılığın peşinden gidiliyor. Öyle ki sanki tüm zamanlar ve durumlar için siyaseten ahlaki olan evrensel doğrular var ve entelektüelin işi de onları savunmak...
Benzer bir durum feministlerin ‘özel olan politiktir’ öncülünde de görülebilir... Çünkü bu da gerçeklikle ilgili olmaktan ziyade normatif bir önerme ama sanki gerçeklikmiş gibi muamele görüyor. Feministler ‘özel olanın politik olmasını’ istiyor olabilirler ama her özel olanı politik olarak tanımladığınızda elinizde sadece aktivizme hizmet eden bir dogma kalır. Bu noktadan sonra gerçekliği ancak kategorize ederek algılayabilirsiniz ve nitekim feministler ‘erkek şiddetini’ tam da böyle tanımlıyorlar. Bu şiddet türünü failden bağımsız tartışmak işlerine gelmiyor... Herhangi bir erkeğin yaptığı herhangi bir şiddet eylemini ‘erkek şiddeti’ olarak mahkûm etme isteği o denli güçlü ki, bunun ırkçılığa göz kırpan bir entelektüel yüzeyselleşme olduğunu fark edemiyorlar. Söz konusu önermenin totolojik hale gelmesiyle de, çareyi ahlakçılığa sığınmakta buluyorlar.
Türkiye’de modernist solun sıkıştığı nokta da bu... Emperyalizm, neoliberalizm gibi kavramlar bu kesimde gerçeklikle bağ kurmak, onu anlamak için değil; kendi kimliğinizi kanıtlamak için kullanılan klişeler. Marksizm iyice ayıklanmış, sığlaştırılmış ve kişiye huzur veren, düşünmeyi engelleyen bir dogmaya dönüştürülmüş durumda. Dolayısıyla bu ‘solcular’ etraflarında dogmaya uygun kategoriler arıyor ve her şeyi o birkaç kategoriye indirgemeye çalışıyorlar. Gerçeklikten koptukça da, ‘ahlaki’ olanın evrensellik atfettikleri bir ‘doğru’ etrafında tavır almak olduğunu sanıyorlar.
Batılı steril entelektüeller de, feministler de, bizdeki ‘solcular’ da ‘siyaseten doğrunun’ peşindeler ve kendi ideolojik bakışlarının ‘siyaseten en doğru’ olanı işaret ettiğini sanacak kadar yüzeyselliğin pençesindeler. Dogmalardan kategorizasyonlara, oradan ahlakçılığa uzanan çizgi, onları gerçekliğin derinlik ve karmaşıklığına yabancılaştırmakla kalmıyor, gayri ahlaki bir konuma da itiyor. Ahlaki olanla yüzleşememe travmatik bir durum, çünkü kişi bu görünümüyle yaşanan gerçekliğin parçası durumunda. Diğer bir deyişle o kendini ne denli ahlakçı kılarsa, başkaları onda o boyutta bir ‘ahlaki olandan kaçış’ gözlemliyor. Böylesine ağır bir yükten kaçınmanın tek yolu cemaatleşmek... Ne var ki hayat cemaatin dışında ve siyaseti de orada yapmak lazım. İşte o zaman da –şimdi olduğu gibi- gerçek yüzleri ortaya çıkıyor.
TARAF