Cemaat sırrı

Bugünkü yazıyla bu “cemaat” faslını kapatayım artık. Yakın tarihimizin bir başka paradoksuna değinmek istiyorum bugün: modernleşme çabasının habire “pre-modern” denilecek yapılar üretmesine. Bu garabet, büyük ölçüde, imparatorluk yapısından “ulus-devlet”e geçmenin uyumsuzluğundan kaynaklanıyor.

19. yüzyıl bütün dünyanın “ulus-devletleşme” çağı olduğu için, Osmanlı devletinin de öncelikli “teyakkuza” geçtiği durum, imparatorluk bünyesi içinden birilerinin topraklarını alıp gitmesi olmuştur. Olanca “teyakkuz”a, tedbire rağmen, 1820’lerde Yunanistan’dan başlayarak, bu durum habire tekrarlanmıştır: Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. Tekrarlanamadığı durum varsa, bu da, 1915 gibi, kan ve ateşle bastırıldığı için vardır. Dolayısıyla bütün bu süreç, yaralı bereli, baştan aşağı arızalı bir süreçtir.

Bir yandan toprak giderken, bir yandan da insan geliyordu: giden topraklardan sürülen göçmenler. Bu sorun karşısında da Osmanlı devleti içgüdülerine göre özel bir “iskân politikası” uyguladı ve gelenleri belirli bir yerde belirgin bir çoğunluk oluşturamayacak şekilde yerleştirdi. Kürtlerin arasında Çerkesler, Boşnakların yanında Gürcüler vb. Böyle bir yerleşme biçiminde, herkesin kendi içine dönük topluluklar oluşturması kaçınılmazdı. Çok zaman, insanlar birbirini tanımadığı, yanında yaşayan insanların âdetlerini bilmediği için, gerginlikler yükselebiliyor, düşmanlığa da dönüşebiliyordu. Sözgelişi bazı Çerkes kabilelerinde at çalmak, “rüştünü ispatlamak” gibi bir şeydir. Hırsızlık değil, saygıdeğerliğin kanıtlanmasıdır. Ama atı çalınan komşu köylü bunu bilmiyorsa (ve zaten bilmiyordur) normal bir hırsızlık durumunda nasıl davranacaksa öyle davranacaktır. Bunun gibi kimbilir kaç olay olmuştur.

Böyle bir iskân politikası uyguladığı için devleti suçlamak haksızlık olabilir, çünkü bu “akıl” o çağın genel aklı ve herkes gibi devletin de bir “savunma içgüdüsü” olması normal. Bu daha çok modernleşme çabasının zorunlu olarak arasında, içinde cereyan ettiği koşulların, genel bağlamın uygunsuz ve elverişsiz olmasından kaynaklanan bir durum. Ama arada 1915 gibi hiç de masum olmayan örnekler eksik değil. Bunların çoğu “Osmanlı” tarihi içinde yer almakla birlikte, Cumhuriyet’e devrolanları da var –başta Kürtler, örneğin, bu sıralar sıkça anmaya başladığımız Dersim felâketi gibi korkunç olaylar. Padişahlık’tan Cumhuriyet’e geçmekle devletin içgüdüleri, dolayısıyla tepkileri ve davranışları da, değişmiyor. Sonuçta, oradan buraya, bir hayli kirli bir yoldan geçerek geliyoruz. Bu da, ister istemez, inkâra yol açıyor. Zar, pratik hayattan, tarihyazımına taşınıyor. İnsanların gerçeklikle kurduğu ilişkiye taşınıyor. “Öyle değil, böyle inanacaksın” diyoruz. “Öyle diyenlere sakın inanma, seni kandırıyorlar” diyoruz. Böyle uzayıp gidiyor.

Dolayısıyla, zaten türlü biçimlerde oluşan cemaatlerin yapısına “sır” da karışıyor. Bu arızalı tarihî süreçte falan cemaatin uğradığı kötü muamele o cemaatin bilincine yazılıyor, kaçınılmaz bir biçimde, o topluluğun kimliğinin belirleyici bir parçası haline geliyor.

Cumhuriyet, “ulus-devletleşme” sürecinde herkesi asimile ederek benzetmeye çalıştığı “Sünni-Müslüman-Türk” kesimle de din ve laiklik nedeniyle kavgalı duruma düşünce ortada devletle mahkemelik olmamış kimse kalmıyor.

Ama bu, bir “sır” çerçevesinde örgütlenmiş cemaatler yapısı, kendi içinde, arasında bir yeni haberleşme sistemi de yaratamıyor. Herkesin “sırrı” kendine... Dersim gibi bir felâket uzun zaman çoğunluktaki Kürtleri de fazla ilgilendirmiyor, çünkü orada harcanan Kürtler Alevi’ydi; aynı zamanda, çoğunluktaki Alevileri de fazla ilgilendirmiyor, çünkü orada temizlenenler Kürt’tü...

Böyle tuhaf bir yapı.

TARAF