17 Aralık süreciyle beraber, Gülen cemaatinin devlet içinde kadrolaşarak, Kemalist oligarşi gibi 80 yıl boyunca seçime gerek duymadan bürokrasi üzerinden devleti yönetmeye talip olduğu net olarak anlaşıldı. Kemalistlerle aralarındaki fark, söz konusu öznelerin İslâm düşmanı değil, Müslüman temsiline sahip olmasıydı.
Sanırım biraz da bunun verdiği kafa karışıklığı ile, bazı yazarlar meseleyi laikliğin ne kadar kıymetli bir erdem olduğunun tekrar anlaşıldığına getirdiler. Tartışmanın bu mecraya çekilmesinin, esası ıskalamaya vesile olan, tehlikeli bulduğum bir algıyı pekiştirdiğine inanıyorum. Zira bu yapının ortaya koyduğu neticeyi vesayet kurma çabası olarak kavramsallaştırmak gerekir ve bu da laikliğin değil, demokrasinin konsolidasyonu ile alakalıdır.
Şayet bu cemaatin husule gelmesini ve serpilip kök salmasını sağlayan söylemler ve kurumları problematize etmek istiyorsak da, yine tartışma laikliğin doğru bir rejim özelliği olup olmadığından çok, Türkiye'deki laikliğin ne kadar yanlış temeller üzerine oturtulduğuyla alakalıdır.
Ancak sözü laiklikten açanların niyetleri ne kadar halis olursa olsun -özellikle bu iddiayı destekleyecek şekilde gazetelerde yer alan anketlere baktığımızda- nerdeyse 'Din, Allah'la kul arasındadır, cemaatle namaz bile kılınmaz'a çıktığını hayretle müşahede ediyorum. Cemaatler, uhreviyetle bağ kurmaya yarasa da son kertede uhrevî değil, toplumsal olanla ilişkili dünyevî kurumlardır. Dolayısıyla dünya işlerine dair söyleyecek sözlerinin, yapacak işlerinin olması doğaldır. Burada önemli olan meşru sınırlar içerisinde kalınarak bu faaliyetlerin yürütülmesidir.
Örneğin Gülen cemaatinin, görünürdeki stratejisinin eğitim eksenli olduğunu; ancak bunun siyasal alanı temellük etmek gibi gayri meşru bir amaca matuf bir 'ekran koruyucu' hizmeti gördüğünü artık biliyoruz. Lâkin şimdiye kadar Müslümanların tarikat, cemaat, vb. yapılardaki faaliyetleri radikal kötü ilan edilmeseydi, müntesipleri başta devlet alanı olmak üzere köşe bucak hemen her yerden dışlanmamış olsaydı, bugün Gülen cemaatinin gerektiğinde içki içmek veya başını açmak pahasına bile olsun devlet alanına 'sızmayı' nihai amaç olarak sunan mevcut paradigması inkişâf etmeyecekti. Kemalistler, devlet bürokrasisine hâkim olmak için tüm demokratik normları, Gülenistler ise İslâmî hükümleri askıya almayı göze almıştı.
Bu mağdur edilme hali, mevcut sistemi değiştirmek için 'takiye'den tutun da gerekirse başkasının hakkına girmeye kadar her yolun mübah olduğu çarpık bir teoloji anlayışını geniş bir kesimin gözünde haklılaştırdı. Ve bu öyle bir teoloji anlayışı ki,
Ülke Müslümanlarını inim inim inleten hangi uygulama olduysa onun uygulayıcısı ve destekleyicisi olanlarla ittifak kurmayı,
Dünya Müslümanlarının haklı nefretini kazanmış 'güneydeki ülke'yle aşk yaşamayı,
Her fırsatta ağzını 'nefret söylemi var!' diye açıp, iş İran'a gelince 'Pers işi, ters işi / Acem parmağı' paralel evrenine yuvarlanmayı,
Rafineri ihaleleriyle İslâm düşmanlıkları ve vesayetçi evveliyatları sabit olanların gönlünü kazanmayı,
Ümmetin aleyhine dahi olsa cemaati siyasî ve ekonomik olarak güçlendirecek her odağa göz kırpmayı,
Özetle, Machiavelli'ye rahmet okutturacak alaverelere imza atmayı hak değil, âdeta 'farz' görüyor. Zaten 'Hizmet'i büyüten her şey, hizmettir' algısı yerleştirildi mi, gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Bu bağlamda, mevcut algıyı kolaylıkla benimseyen kişiler, genelde en temel din eğitiminden bile yoksun kalmış ve cemaat vesilesiyle dindarlaşmış olanlardır. Hiçbir ilmî vukufiyetini olmayanların, herhangi bir hocaefendiye meşrebi uyduğu takdirde, sorgusuz sualsiz bağlılık emareleri göstermesi daha muhtemeldir. Nitekim bugün 'aşırı'ya giden özelliklerini gördüğünüz hangi cemaate/dinî örgüte baksanız, aşağı yukarı böyle bir 'sonradan dindar' profilinin hakim olduğunu görürsünüz. Söz konusu cemaatleri de hocefendilerini de mümkün kılan başlıca sebep, dinî hayatın iki temel direği olan tekke ve medreselerin bastırılmasının açtığı büyük uçurumdur.
Aslında mevzu uzun ve derin ancak şimdilik söze şöyle nokta koyalım:
'Rüya ile amel edilmez' düsturundan bihaber bir mümini, sırf Gülen Hocaefendi öyle dedi diye, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) rüyalara girip 'Tivitleri ikiye katlayın' talimatı verdiğine inandırabiliyorsanız, onu inandıramayacağınız hemen hiçbir şey kalmamış demektir. O yüzden acil ihtiyaç duyduğumuz laiklik değil, din alanının özgürleşmesidir!
YENİ ŞAFAK