Cemaat, hiyerarşi, itaat!

Ali Bulaç

Etyen Mahçupyan'ın eleştirilerine cevap vermeye devam ediyoruz.

Mahçupyan'ın şu öncüllere dayandığını söylemiştik: Modernlik öncesi geleneksel toplumsal yapılar cemaatçidir, cemaatçi yapılar kapalı toplumlardır; her cemaatçi yapı hiyerarşiktir, her hiyerarşik yapı eşitsizdir ve itaat istemektedir; eşitsizliğin ve itaatin olduğu yerlerde zorunlu olarak ataerkillik vardır (Bkz. 14, 16 Nisan yazılarımız). Bugün bu kurgunun tarihte ne kadar doğrulandığına bakmaya çalışacağız.

Sayısız örnek vermek mümkün. İlk örneğimiz, kadim Arap toplumundan olsun. İslamiyet'in zuhur ettiği 7. yüzyılda kabile yapısına dayalı Arap toplumlarında hiyerarşiye rastlanmaz. Kan ve akrabalık bağının rol aldığı kabilenin reisi 'seçilir', ancak kabilenin geri kalan hiçbir ferdine göre herhangi bir ayrıcalığı yoktur, tabir caizse 'eşitler içinde birincidir'. Hz. Peygamber'in (sas) irtihalinden sonra -Mekke, Medine, Taif hariç- neredeyse Arap yarımadasının tamamında 'dinden dönen' kabilelerin itirazı Hz. Ebu Bekir'e biat etmemekti. Onlar namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye ve diğer ibadet ve yükümlülüklere devam edeceklerini, ancak merkezî yönetime 'zekât' vermek istemediklerini söylüyorlardı. Onların algısına göre, zekâtı içine alan biat, kabileleri Bizans ve Sasaniler gibi hiyerarşik, eşitsiz ve despot bir yönetime sevk edecekti. Bedeviler, açıkça çevre imparatorluklardaki monarşiden ve derebeylik sisteminden korkuyorlardı. Hz. Ebu Bekir büyük bir basiret ve kararlılıkla onlara karşı direndi, Hz. Ömer de -Hz. Ali'nin desteği ve yardımıyla- İran'ı fethettikten sonra monarşiyle beraber toprak üzerindeki derebeylik sistemini yıkarak onları teskin etti.

Osmanlı millet sistemi de hiç de tasvir edildiği gibi hiyerarşik değildir. Kapalı cemaat ve baskıcı hiyerarşiyi bir parça çağrıştıran -o da Batı'daki kadar değil- gayrimüslim cemaatlerin kendi içyapılarıdır ki, bu büyük ölçüde kendi dinî ve tarihsel tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Modern zamanlarda Ermeni Kilisesi veya Fener Patrikliği'yle, kısaca 'dinleri'yle başları dertte olan ateist, agnostik gayrimüslim aydınlar, Osmanlı millet sistemini kapalı, eşitsiz, hiyerarşik ve ataerkil olarak resmetmektedirler. Bu tarafsız bir tasvir değildir, tartışmaya açık bir resim, yani geçmişe dönük bir yorumdur.

Osmanlılarda ve Selçuklularda, bir arada yaşayan farklı dinî ve etnik gruplar sivil-medeni mekânları ve hayat alanlarının neredeyse tümünü ortaklaşa kullanmaktadırlar. Halen canlı örneği kısmen yaşanan Mardin'de Müslümanlarla gayrimüslimlerin ibadethaneleri ve mezarlıkları hariç diğer bütün alanlar müşterektir. Hatta birden fazla ailenin yaşadığı geniş ev öbeklerinde avlu (hayat alanı) ve tuvaletler bile.

Modernlerin perspektiften bakıldığında geleneksel bütün toplumsal, siyasi yapılar; cemaatler, tarikatlar, loncalar ve elbette aile de kapalı cemaat yapılarıdır, hiyerarşiktir, eşitsizdir ve ataerkil karakterdedir. Bu sadece bir yönüyle Batı toplumları için geçerli sayılabilir.

Batı'da adaletsiz hiyerarşiyi, baskıcı itaati ve ezici ataerkil kültürü besleyen tarihsel faktörler Kilise ve kralların 'mutlakiyetçilik'i, sanayi devrimiyle ekonomik ve sosyal ilişkileri domine etmeye başlayan 'teknoloji' ve elbette her şeyi doğrudan veya dolaylı yollarla kontrolüne geçiren 'ulus-devlet'tir.

Doğu-İslam kültüründe 'dairevi-sohbet geleneği' var ki, bunun esası Hz. Peygamber'in Sünnet'i olan 'sohbet ve sahabe modeli'ne dayanır. Şah-ı Nakşibendî şöyle der: "Tarikatuna es sohbe, ke's sahabe (Bizim tarikatımız sahabelerinki gibi sohbet esasına dayanır)." Zannedildiği gibi tarikat şeyhi piramidin tepesinde oturan bir monark, guru, Brahman veya papa değildir; yol gösteren bir mürşittir.

Devlet başkanı imama, emire veya halifeye; şehirdeki valiye ve evin reisi kocaya/babaya 'itaat' edilir. Ama hepsinin üstünde Allah ve Rasulü vardır. İtaat mutlak değildir; çünkü "ma'siyette itaat yoktur." Bunun anlamı itaat Münzel Şeriat'ın belirlediği "meşru ve ma'ruf çerçeve"yle sınırlıdır. Hukukun dışına çıkılmışsa bu, hukuk ihlalidir.

ZAMAN