Cehalet ve ihtiras

Mümtazer Türköne

Taha Akyol, önceki gün Milliyet'teki köşesinde Karadayı'nın mektubunu yayımladı. Eski Genelkurmay Başkanı, 28 Şubat sürecinde işten atılan gazeteciler konusunda kendini savunuyor.

Hikâye şöyle: Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, gazete patronları Aydın Doğan ve Dinç Bilgin'i Genelkurmay'a davet ediyor ve "Komutan adına" diyerek (Karadayı adına konuşarak) bazı gazetecilerin işine son verilmesini istiyor. O zaman Sabah'ın patronu olan Dinç Bilgin emre uyarak, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Mehmet Altan'ın işine son veriyor. Taha Akyol, Aydın Doğan'ın direndiğini belirtiyor. Doğan Grubu'ndan atılması istenen gazeteciler arasında ise Yalçın Doğan, Umur Talu ve hikâyeyi nakleden Taha Akyol bulunuyor. Karadayı, mektubunda özet olarak "ben böyle bir emri vermedim" diyerek kendini savunuyor ve faturayı Çevik Bir'e çıkartıyor.

Aydın Doğan'ın daveti üzerine Çevik Bir, işten çıkartılmasını istediği gazetecilerin de katıldığı bir toplantıya geliyor. Taha Akyol tarih ve sosyolojiye hakkıyla vakıf bir entelektüel. Üstelik aydın cesaretine de sahip. Çevik Bir'in sığ bir mekanik materyalizm kokan "28 Şubat'ın irtica teorisi"ni anlatması üzerine şu soruyu soruyor: "Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye'de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara danışmıyorsunuz?" Cevap, 28 Şubat'ın düşünce dünyasını özetliyor: "Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır".

Fikrin olmadığı "kararlılık" ancak faşizmde bulunur. O dönemde İstanbul'un dağına-taşına yazdırılan "Orduya sadakat şerefimizdir" sözünün, Alman Nazilerinin mottosu olması, bu yüzden tesadüf değil. Bu "fikirsiz kararlılık"ın uzantısı, yine bu meşhur komutanın kaleminden çıkan ve 28 Şubat'a damgasını vuran "Batı Harekât Konsepti" başlıklı metinde var. Belge'nin "İrticaî faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair değerlendirme" ana başlığının altında, ilk iki sırada yer alan "Gelir dağılımı dengesizliğinden kaynaklanan tehdit", "İşsizlikten kaynaklanan tehdit" alt başlıklarından sonra üçüncü sıradaki başlık aynen şöyledir: "Türk milletinin dinine, örf ve âdetlerine bağlılığından kaynaklanan tehdit." Bu "tehdit" artık sözün bittiği yer olmalı. Geriye sadece, meşhur fıkrada olduğu üzere, beyin ameliyatı için hastaneye yatan, beyni çıkartıldıktan sonra paşalık rütbesine yükseldiğini öğrenince hemen üniformasını isteyen askerin, alelacele hastaneden çıkarken kendisini "beyniniz burada kaldı" diye ikaz eden doktorlara verdiği cevabı hatırlatmak kalıyor. Küçük hikâyemize geri dönelim. Karadayı'nın savunmasında özrün kabahati geçtiği bir ayrıntı saklı. Komutan adına gazete patronlarına talimatlar veren, gazeteci-aydınların kariyeri ve istikbali ile oynayan bir İkinci Başkanı'nın var olduğu bir orduda esaslı bir sorun var demektir. Aynı ordunun, sanık ifadelerinde tahrifatlar yaparak "istenmeyen gazetecileri" andıçlamasını da hatırlayalım. Üstelik bütün bu tasarruflarda 28 Şubat'ın varlık sebebi olan "irtica"nın esamisi bile yok. Peki ne var?

Keyfilik, zorbalık ve cehalet var. Karadayı'nın ses kaydı, sıradan bir güç teşhirciliğini ve kabalığı sergiliyor. Eskilerin tabiri ile malayanîlik egemen bu konuşmaya. Sahip olduğu gücü kişisel bir tatmin aracı olarak görüyor. II. Başkan'ın söz konusu teşebbüsleri de öyle. Bu gazeteciler neden istenmiyor? Hiçbirinin 28 Şubat'ın gerekçeleri ile ilgisi yok. Bütünüyle kişisel bir hesap dışında, bu gazetecilere yönelik husumetin arkasında başka bir gerekçe bulmak mümkün mü? Sadece cahillere özgü bir ihtiras. Çıkartılacak tek sonuç var: Güç insanı cahil bırakıyor.

Askerî darbe ve müdahaleleri, demokrasiye verdikleri zarardan önce, cahil ve muhterislerin keyfiliğine ve zorbalığına fırsat hazırladığı için mahkum etmeliyiz. Karşımızda bir ehliyet sorunu var. Cahillikten beslenen keyfilik ve zorbalığın verdiği zararı, bu ülkeye başka kim verebilir?

Sonuç için basit bir ölçü var: 28 Şubat'ın cahil zorbaları bugün sokağa çıkamıyor. Sadece rezaletleriyle gündeme geliyorlar. O zorbalığın kurbanı olan gazeteciler ise, hâlâ köşelerinde saltanat sürüyorlar.

ZAMAN