Cehalet bir ilmek boyunlarımızda

Klişe tespitlerimizden en birincisidir: "Eskiden böyle değildi! Bu kadar ahlaksızlık, bu kadar cehalet, bu kadar suç yoktu..." Belki kısmen doğru olsa bile tespitin babasını ıskalayan bir teşhistir bu. Esas sıkıntı toplumun ahlakî ve etik değerlerinin aşağı doğru inmesinde değil, kontrolsüz iletişim aparatlarının inanılmaz bir cehalet ve vurdumduymazlık ile bu meselelere dalışındadır sanırım.

Eskiden de cinayetler işleniyordu şüphesiz, eskiden de ahlaksızlıklar –belki bugünkü kadar olmasa da- vardı. Geçmişle günümüz arasındaki tek fark, iletişimin hızı ve mahremiyet tanımamasıdır. Bugün yetkin olan olmayan, meselenin bilincinde olan olmayan birçok insan salt "izlenilirlik" kaygısı ile iletişimi adeta bir zehir gibi toplumun damarlarına zerk ediyorlar.

Müge Anlı -muhtemelen- lisans düzeyinde formasyon almış, senelerden beri medya sektörünün içinde, anne olan, aile kavramını bilen, aile kurumunun içinde yaşamış bir kişi. Muhtemelen bahsini ettiğimiz tüm olumlu ve olumsuz değerlerin farkında. Dahası bunları öğretmen düzeyinde başkalarına öğretecek derecede bildiğinden eminim. Ama stüdyosuna aldığı birkaç insanı, yakaladığını düşündüğü bir reyting damarından dolayı birer kobay faresi gibi her gün kafesin bir köşesine sıkıştırıp, onlardan meslekî rant elde etmeye kalkışması az bir ahlakî yozluk mudur?

Patrick Hamilton, 1935 yılında bir oyun yazdı. Yaşanmış bir olaydan çıkarak yazdığı oyuna 'Rope-İp' ismini verdi. Oyun, bir arkadaşlarını öldürüp sandığa saklayan bir grup gencin, sandığı –mecburen- yemek masası olarak kullanmasını anlatıyordu. Daha sonra (1948) ünlü gerilim filmleri yönetmeni Alfred Hitchcock tarafından filme de alınan Rope, bir cinayete ortak olan insanların yaşadığı vicdanî savrulmaları ve suça ortaklığın getirdiği manevî ağırlığı şahane şekilde anlatıyordu.

Müge Anlı'nın bol miktarda ucuz kurgu efektleri ve müzik kullanarak yaklaşık 45 gün stüdyodan yaptığı şey Rope filminin 'remake'i yani 'tekrar çekimi'nden başka bir şey değil gibiydi. Fark şuydu; Hitchcock bir film yönetmeniydi, Anlı'nınki ise bir televizyon programı. Üstelik Hitchcock olayları anlatırken Anlı'nın yaptığı gibi 'Author' edasıyla kimsenin başına vurup, erdem ve ahlak zabiti kisvesine bürünmüyordu. Sabahın karga kahvaltısı saatinde herhangi bir pedagojik kaygı duymaksızın, bırakınız çocukları, kocaman insanların bile (buna Anlı'nın kendisi de dâhildir) gerçekliği algılayıp ayırt edemeyeceği bir formatta yozluk ve çürümüşlüğü program adı altında izleyicinin üzerine boşaltmak en az işlenen konular kadar çirkin, yakışıksız; tehlikeli ve suç (olması gerekiyor)dur.

Acı ki, olayı bir film öyküsü gibi özetlemek durumundayım: Dilber isimli bir anne, Ümit isimli bir baba... Ve kayıp bir çocuk; ismi Muhammed... Baba umarsız ve saf (temiz değil)... Eşinin fuhuş yaptığını duyduğu halde inanmıyor. Anne cahil, baba cahil. Babaanne, dede, kayınbirader, baldız, komşu, arkadaş... Hepsi aynı sefalet perdesinin kahramanları. Müge Hanım böylesi bir tabloda gardı düşmüş boksöre girişir gibi girişiyor. Oysa kayıp bir çocuk var, program formatının da bu olması lazım! Kayıp insanın bulunması için çaba lazım sözde! Ama özel hayata dair karpuzlar vuruluyor yere ve çekirdekleri ayıklanıyor günler ve günler boyu. Sonradan öğreniliyor ki, çocuk ilk günden öldürülmüş ve cesedi bir tarlada çürüyor. Tıpkı İp filminde sandığın içindeki ceset gibi. Stüdyodaki kendini en bilgili zanneden sunucu, avukat ve akademisyen dışında neredeyse herkes aslında kayıp filan olmadığını biliyor. Katil ve suç ortakları rol kesiyor, sunucu ve kanal reyting damıtıyor.

Bu nasıl bir pejmürde kurgudur ki cinayet pornografik bir magazine malzeme yapılabiliyor? Sorun eğitimsizlik değil kanaatimce, cehalettir farklı boyutlarıyla. Ve o cehalet ki bir ip gibi sıktıkça sıkıyor fondötene bandırılmış boyunlarımızı...

Yazık ki ne yazık!

ZAMAN