Çatışmanın üç nedeni: Çözüm Süreci, MİT ve...

Markar Esayan

Türkiye'de son 12 yıldaki mücadele aslolarak demokratikleşme aksı üzerinde ilerledi. Piramidin tepesinde askerlerin olduğu totaliter rejimin sivil siyaseti boğduğu vesayet rejiminin meşruiyeti kalmamıştı. Bu alenileşmiş meşruiyet eksikliğinin 'demokratik koalisyonu' tahkim etme gücü yüksekti. Yeni Türkiye'nin nasıl kurulacağı, bu kuruluşta iradenin kimde olacağı ise belirsizdi. Öncelik askeri vesayeti bitirme yönündeydi ve bunun her şeyi 'sadeleştirme' gibi bir etkisi mevcuttu. Darbeci asker ve onun arkasında hizalanan güçlere karşı verilen demokratikleşme çabası, dindarlardan Kürtlere, özgürlükçü soldan liberallere kadar her kesimi yan yana getirme gücüne sahipti. Dünyadaki konjonktür de bunu talep ediyordu. Ahlaki üstünlük eziciydi.

12 Eylül referandumu ile Çözüm Süreci ve buna bağlı MİT'in fonksiyonunda yaşanan gelişmeler bu ilk dönemi kapattı.

Askeri vesayetin gasp ettiği 'egemenlik kullanma' gücünün sivil siyasete geçtiği oranda neredeyse bir 'ganimet' savaşını başlattığından bahsedebiliriz. Anlaşıldı ki, 'demokratikleşme'den her kesim farklı bir şeyi anlıyormuş. Bunun turnusol kâğıdı, Çözüm Süreci ve MİT oldu. Normal bir ülkede, egemenliği halk adına parlamento kullanır ve hükümet yürütmenin başıdır. Hükümet, aldığı kararları seçimlerde halkın önüne götürmüş olur ve ondan aldığı destek veya gösterilen kırmızı kart ile politikalarını düzenlemek zorunda kalır. Demokrasinin temeli budur ve daha ileri bir yöntem henüz bulunmuş değildir.

Öyle gözüküyordu ki, bu ülkenin sadece yüzde 50'lik AK Parti tabanı değil, yüzde 70 civarındaki bir çoğunluğu Çözüm Süreci'ni destekliyordu. Bu desteği kırma amaçlı Akil insanlara' yapılan saldırıların etkisi istendiği gibi olmadı. MİT'in de bu süreçte ciddi bir rolü vardı. İşte yol ayrımına gelmiş olmanın bam teli bu noktadaydı.

MİT'in ele geçirilememiş olmasına tepki gösteren ve PKK'yı 'yok etmek' dışında bir yönteme karşı olan paralel yapı, öncelikle kitlesel KCK tutuklamaları ile 'irade' kullanmaya başladı. Bu arada MİT müsteşarı Hakan Fidan ciddi bir operasyonun hedefindeydi. Beşir Atalay ve Yalçın Akdoğan gibi isimlerin -o zaman kamuoyunun anlamlandıramadığı şekilde- hedefe konması bu zihniyet üzerinden inşa ediliyordu.

Ama iplerin kopması, Erdoğan'ın paralel yapıdan kaçırarak zeminini hazırladığı ve 2013 başında ilan edilen Çözüm Süreci'yle oldu. MİT teslim alınamamış, Çözüm Süreci de önlem alınamayacak bir 'gizlilikle' kamuoyu ve şeffaflığa ciro edilmişti. Kamuoyuna açıklama konusu kritikti. Bu adım, hem süreci halkın korumasına açıyor, hem de MİT'in Çözüm Süreci üzerinden millileştirilmesini ima ediyordu. Bürokrasiye hâkim olamayan bir partinin halka gitmekten başka çaresi de yoktu.

2013 yılının bu kadar zor geçmesini Çözüm Süreci'ne bağlamak komplo teorisi üretmek olmayacaktır. Bu noktada ittifaklarda değişim yaşandı. Eski devletin hâkimleri olan seçkinler ile paralel yapı arasında amaç birliği oluştu. Bu amaç birliği, 'Erdoğan'dan kurtulmak' gibi bir temayla ortaya çıkmış olsa da, mesele Erdoğan'dan da öte, Türkiye ve dünyayı ilgilendiren Çözüm Süreci'nin paradigma değiştirici etkisiydi. Aslında, Çözüm Süreci, seçilen müzakere yöntemiyle aynı anda köklü vesayet rejimine ölümcül bir darbeyi de ima ediyordu.

Özetle, koalisyonu dağıtan, vesayet-milli irade ayrıştırmasını keskinleştiren üç unsur buydu. Çözüm Süreci, MİT'in mülkiyeti ve Çözüm Süreci'nin vesayeti kökten tasfiye etme gücü...

Ama bunun halka doğru pazarlanması gerekiyordu. Halk eski halk değildi ve son 10 yıl demokratikleşme reformları ile geçmişti. Koflaşmış 'İrtica tehlikesi' veya 'Bölünüyoruz' söylemi ile demokratik ittifakın yer değiştirmeye başlayan öznelerinin dümen kırması kolay değildi.

Bu noktada 'İrtica' söyleminin bir üst sürümü olan 'yaşam biçimleri tehlikede' ile 'bölünüyoruz' söyleminin yeni modeli 'PKK'ya ne verildi' söylemi piyasaya sürüldü. Aynı sürümcüler, Kürt sosyolojisine de 'Öcalan hareketi devlete sattı' diye fısıldıyorlardı. Erdoğan ve Öcalan boğucu bir kıskaca alınmak istenmekteydi.

17-25 Aralık darbe teşebbüsleri ile her şey zırhı soyulmuş elektrik kablosu kadar tehlikeli bir şeffaflaşmaya doğru savruldu. Oyun artık son derece açık, açık olduğu kadar halkın kolayca kandırılabileceğini öngören bir pespayelik içeriyordu. Belli ki çok önceden hazırlık yapılmış, cephane biriktirilmiş ve 'sağlam' ittifaklar kurulmuştu. Derken, 17-25 Aralık'ın başarısızlıkla sonuçlanması ve deşifre olmanın getirdiği panikle kamikaze saldırıları geldi, paralel yapı ve itibarlı 'aydınlarımız' kendilerine jilet üzerine jilet atarken, bunu şüphesiz planlamamış olmalılardı.

Bu kriz, paradoksal olarak Yeni Türkiye'yi kurma ve Çözüm Süreci'ni öncelikli olarak tamamlama yönünde tarihi bir öncelik dayattı. Halk ilk defa olanları bu kadar şeffaf bir şekilde izliyor ve bu ancak kuruluş dönemlerinde yaşanacak bir lüks. 30 Mart'tan sonra bu lüksün AK Parti tarafından ne kadar optimal kullanılıp kullanılmayacağını izleyeceğiz.

Umalım ki, bu yaşananlar 'eski devleti koruma refleksinin' zararlarını göstermiş olsun.

Yeni Şafak