'Can Sıkıntısı' İflah Olmaz Bir Hastalığa Dönüşürken

Modern insanın en önemli açmazlarından hatta kronikleşen hastalıklarından biri olarak can sıkıntısının sebepleri ve yol açtığı sorunlar üzerine Yeni Akit yazarı Ali Osman Aydın oldukça ufuk açıcı bir değerlendirme yapıyor.

Yeni Akit/ Ali Osman Aydın

Can Sıkıntısı

Tüm hafta çalışırken hafta sonunun hayalini kurar, ancak hafta sonu geldiğinde de can sıkıntısından patlarız… Çoğumuz böyledir. Günümüzün en kaygı verici duygularından biri, can sıkıntısıdır eminim… “Can sıkıntısına” yakalanmamak için nelere katlandığınızı, hangi sıkıntıları çektiğinizi düşünmek size bununla ilgili bir fikir verebilir sanıyorum.

Can sıkıntısı gerilimlidir, berbattır, boğucudur ve fakat yeteri kadar dayanabilirseniz, ilham vericidir de... Çünkü o bastırdığında, üstesinden nasıl geleceğimizi kestiremediğimiz bir durumla, fani ve anlamsız yanımızla yüz yüze kalırız. Bu da bizi ya bu duyguyla mücadele etmeye, yahut geçici bir uyuşma yolu bulmaya iter. Tercih bütünüyle bizimdir…  

Uyuşmak istediğimizde genellikle ilk ve en kolay iş olarak televizyonun açma tuşuna basarız. Bol renkli, gürültülü ve mümkünse aptalca programlardan birini bulup izlemeyi umar, yaptığımız şeye de “Kafa dağıtmak!” adını veririz. Ya da telefonumuzdan sosyal medya hesabımıza girer, yazlıkta çekilmiş bronz rengi fotoğraflarıyla hiç de bizim gibi canının sıkılmadığını düşündüğümüz arkadaşlarımızın paylaşımlarına hasetle bakar, hayatın, bize karşı hiç de adil olmadığını düşünürüz. 

****

Tüm gününü yapmayacağı yemeklerin videolarını izleyerek geçiren kadınlar var. Toplanıp ölümlü araba kazalarını izleyen adamlar var. Kurtlar Vadisi’ni ve Arka Sokaklar’ı, Kanal 7’nin Hint dizilerini baştan sona tekrar tekrar izleyen fena halde canı sıkkın insanlar var. Hatta can sıkıntıları iflah olmaz bir hastalık halini aldığı için, Enes Batur videoları izleyenleri bile biliyorum…

Bunun dışında can sıkıntısı ile başa çıkmak için öldürücü yaz sıcağında Antalya’da bir şezlong üzerinde derisini kızartanlar, siyasi bir partiye üye olup dolap çevirenler, cezasını doldurur gibi her gün muntazam bir şekilde kendini AVM’ye tıkanlar, bisikletle Çin seddine değmek gibi fantastik uğraşlar edinenler de var. Can sıkıntısının boğucu etkisinden kurtulmak için erkeklerin bulduğu formülün ulusal adı ise: “Kahvehane”. Bu yüzden erkeklerin olduğu her yerdeler… Kadınların altın günleri, şehirlerdeki gece kulüpleri, spor salonları, standyumlar, kafeler vs… Can sıkıntısı korkusundan kurtulmak için insanoğlunun yapamayacağı şey yok yani!  

Sırf can sıkıntısını hafifletiyor diye karşısındaki kişiyi sevdiğine kendini inandırarak evlenenlerin hali ise diğerlerinden daha fena… Can sıkıntısından en kalıcı zararı görenler de bunlar… Çünkü bu insanlar, aşkın geçici-eğer doğru çözüm bulunamamışsa- can sıkıntısının ise kalıcı olduğunu, ileriki yıllarda ancak öğreniyorlar, fakat geç oluyor tabii…

Bu insanların hepsi de can sıkıntısı adı verilen bu yıkıcı kasırganın bir an önce dinmesini bekliyorlar. Birazcık huzur istiyorlar…

****

Bertrand Russel “ Can sıkıntısı bir olaylar özlemidir” der mesela.

Canı sıkılan insanların bir anlamda aktivite arayışlarına cevap bulamamış insanlar olduklarını düşünürsek, Russel’ın söylediği doğru gibi geliyor.

İnsanların fiziksel olarak çalıştıkları, bir yerden bir yere at sırtında veya at arabasıyla gittikleri, makinelerin henüz insan emeğinin yerine geçmediği zamanlarda insanların bugünkü kadar can sıkıntısı çektiklerini sanmıyorum.

Çünkü yeterince meşakkatli bir hayat yaşıyorlardı. Yapay zevklerle değil, bir şeyi üretmiş olmanın, örneğin bir meyve ağacını yetiştirmiş olmanın, dağılmış sabanı tamir etmiş olmanın hazzı ile mutlu oluyorlardı.

Sütten peynir yapıyor, yaptıkları peyniri satıyor, yahut ikram ediyor ve bu leziz peynir birilerini mutlu edince de bundan hoşnut oluyorlardı. Neşeleri de ürettikleri şeyler gibi organikti. Bu yüzden romana, dizi filmlere, sinemaya, duygu ırmağı gibi akan müziğe bizim kadar bağımlı değillerdi. 

Bunun yerine, gün doğumunu izliyor; kuşların cıvıltılarını, rüzgarın sesini, ulu ağaçların mistik  hışırtılarını dinliyor, fiziksel yorgunluğun ardından bebekler gibi uyuyor ve tüm benlikleriyle gerçek dünyanın, gerçek zevklerin tadını çıkarıyorlardı.

Konu can sıkıntısı gibi sıkıcı bir konu olunca nostalji yapmanın kimseye bir yararı yok aslında.

Ben şahsen, kabarık bir kredi kartı ekstresi gibi bizi her mesai bitiminde ya da her hafta sonunda bekleyerek günümüzü berbat eden can sıkıntısının, tüketici kimliğimizle, hayata yüklediğimiz anlamla, yaşam tarzımızla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.

Şayet çocukluğumuzdan beri kitle iletişim araçlarıyla sunulan hazır lezzetlere ve heyecan katsayısı yüksek dijital zevklere alıştırılmamış; hayatımızın önemli bir kısmını yaşamdan koparılarak okul sıralarında pasif bir biçimde geçirmemiş olsaydık, gerçek bu kadar da can sıkıcı olmayabilirdi bizim için. Ama bunun tam tersi oldu.

Daha aile ocağında pasif ve tüketici bir yaşam üslubunun temelleri atıldı. Çoğumuzdevamlı memnun edilmeyi bekleyen mızmız bir çocuk gibi yetiştirildik. Okul sıralarında kazandığımız alışkanlıklar da bunun bir devamı oldu. Çünkü orada benliğimizde gizli olan kabiliyetleri keşfedip kendimizi tanımak yerine, başkalarının fikirlerinden oluşan bilgi yığınlarını ezberleyerek geçirdik yılları. Mezun olduğumuzda kişisel anlamda tam bir işe yaramaz haline gelmiştik bile. Kendimize özgü bir dünyamız yok ama bunun yerine elimizde bir diplomamız vardı.

Acıklı hikayemiz böyle başladı, ama böyle bitmedi…

Anlamsızlığın sancılarını çalışarak dindirmeye çalıştık. Boş zamanlarımızda beliren ve altında anlamsızlığın yattığı o can sıkıntısını ise yazının girişinde anlattığımız şekilde birer pasif tüketiciye dönüşerek hafifletmeye çalıştık. Diziler ve sosyal medya gibi vakit öldürücülerle yapay heyecanların bağımlısı olduk. Böylelikle bir an sakinleşebilmek için her defasında bu yapay heyecanlardan daha fazla tüketmemiz gerekti. Her defasında daha fazla…

Ama çabalarımızda başarılı olamadık besbelli. Benim bu yazıyı yazıyor, sizin de okuyor oluşunuz bunun kanıtı sanki…

Beethowen açık bir şekilde sanatının kendisini intihardan alıkoyduğunusöylemişti. Otuz iki yaşında, sağırlığı yüzünden umutsuzluk içindeyken, “Beni hayatıma son vermekten alıkoyan çok az şey var. Sanat tek başına beni durdurdu” demişti.

Beethowen insanların hayatına güzellik katan bir uğraşı hayatının merkezine koyarak ona kendince bir anlam katmış ve muhtemelen geri kalan hayatında da belirgin bir can sıkıntısı duymamıştı.

Şayet can sıkıntısından dolayı şeker hastalarının yaşadığı gibi bir kriz yaşıyorsak, bu, kendimize ait canlı ve faydalı bir dünya kuramadığımız anlamı taşıyor olabilir. Kendi değerimize, cesaretimize, zekamıza, disiplinimize, tecrübemize, yapabileceklerimize inanmıyor olabiliriz. Kendimizi sadece bir izleyen, tüketen, alan olarak konumlandırmış olabiliriz. Kendi hayatımızı bir hayal kırıklığı olarak görüyor olabiliriz. Bunlardan dolayı can sıkıntısını yenmek için gereken çabayı göstermekten uzak duruyor olabiliriz.

Lakin bu özgüven krizini yenmenin yolu kesinlikle akşamlarımızı dizi filmlerle geçirmek, sosyal medyada vakit öldürmek, bir AVM gezintisiyle kendimizi avutmak, giymeyeceğimiz bir kıyafet satın almak ya da sırf can sıkıntımıza iyi geliyor diye evlendiğimiz birinden çocuk sahibi olmak değildir. 

Sorunun çözümü, daha derinlerde yatan o anlam meselesine odaklanarak, “Hayatımın anlamı nedir?” sorusunu sormakta ve buna bir cevap bulmakta olabilir. Çünkü dizi bittiğinde, tüm paylaşımlar gözden geçirildiğinde, AVM gezisi sona erdiğinde, çocuk büyüdüğünde bastırılamaz can sıkıntımız ya da bir başka deyişle anlamsızlığımız saklandığı yerden çıkar ve hayatımızı zehir etmeye kaldığı yerden devam eder…

**** 

Oysa doğuştan getirdiğimiz, kim bilir belki de farkında bile olmadığımız bir sürü yeteneğimiz, güçlü ve geliştirilebilir yönümüz olabilir. Bu gizli değerlerimiz hem bizim yaşamımızı, hem ailemizi, hem içinde yaşadığımız toplum hayatını güzelleştirecek özellikler taşıyor olabilir. O halde hangi yaşta olursak olalım, bu yetenekleri keşfetmek, hayatımızı zenginleştirmek, yaşam kalitemizi artırmak gibi kalıcı bir amaç edinmeliyiz kendimize. Pasif tüketiciler olmak, bizi tüketime teşvik eden televizyon- sosyal medya gibi özünde ölü olan şeylerle meşgul olmak yerine; öğrenen, üreten ve giderek canlılığı, hayat coşkusu artan bir insan olmaya konsantre olmalıyız. Siyaset, magazin ve spor gibi sonu gelmeyen kısır tartışma konularından, yani başkalarının hayatlarından uzak durmalıyız. Kendimizi tüm zayıf ve güçlü yönlerimizle tanımaya, anlamaya çalışmalıyız. Öncelikli ödevimiz bu olmalı! Hayatımızı verimli kılmanın, faydalı alışkanlıklar edinmenin, kendimizi belli alanlarda daha donanımlı hale getirmenin, rutini kırmanın bir yolunu bularak kendimizi geliştirmek, ihtiyaç duyduğumuz anlam konusunda bize yardımcı olabilir belki. 

Hayatına anlam katmak için heyecanla öğrenen, üreten, çalışan insanlar, yüksek bir tatmin duygusu yaşar ve can sıkıntısına nadiren yakalanırlar.Yetenekleri olduğunu bile bilmeyecek kadar kendini değersiz gören, gelişime kapalı, tembel ve yüreksiz insanlar ise, daima başkaları tarafından değer görmeyi, mutlu edilmeyi beklerler. Edilmediklerinde de can sıkıntısından hayata küser, boş uğraşlarla zamanlarını tüketir, hayatlarını hep başkalarını suçlayarak, yaşayamadıkları mutluluklara hayıflanarak geçirirler.

Dedim ya, tercih sizin…Hangi tarafta olmak istediğinize siz karar vereceksiniz…

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye