Camp X-Ray Amerikan Sinemasının Kirli Perdesi

Aşkın Yıldız, sitemiz okuyucuları için Camp X-Ray filmini tanıttı.

Aşkın Yıldız / Haksöz Haber

Camp X Ray filmi Sinemanın mı, Amerikan sinemasının mı yoksa Amerikalının mı ahlaksızlığı bilemedim, karar veremedim. Zira filmde geçen konu 11 Eylül hadisesinden sonra adeta işkencenin beşiği haline gelmiş olan Guantanamo’nun namına yakışmayacak kadar masum bir kara sevda filmi. Malum dönemde Amerikan ordusuna yazılan askerlerin önünde iki seçenek durmaktadır. Ya Irak’ta savaşacaklar ki bu çok tehlikeli ya da yakalanan teröristlere işkence bekçiliği yapmak üzere Guantanamoda gardiyanlık yapacaktırlar. İşte bu askerler içinde olan kadın asker Amy (Kristen Stewart) mahkûmlardan Ali Amir (Peyman Moaadi) ile karşılıklı bir yakınlık içine girerler. Yani birbirlerine âşık olurlar.

Filme birçok kişi Amerika’nın kendisiyle hesaplaşması olarak baktı. Kimileri de kendisini aklaması olarak gördü. Çünkü filmde gösterilen hapishane öyle işkencelerin aşağılanmaların falan olduğu bir yer değil aksine mahkumların hayatını ve sağlığını koruyan, onlara güzel yemekler veren, hijyenik ve güzel bir ortam sunan ibadet ve kuran okuma vs. haklarının verildiği adil bir hapishane… Bu açıdan bakılınca bir aklama filmi görüyoruz. Diğer taraftan mahkûmların her şeye rağmen psikolojik halleri ve özellikle Amy’nin mahkûmlara yapılanların haksızlık olduğunu kabullenmesi ve seyirciye birçok şekilde deklare etmesi Amerika’nın kendisiyle hesaplaşması yorumlarını düşündürüyor sanırım. Bana kalırsa gerçekte ne 11 Eylül ne de Guantanamo’da yaşanan rezillikler filmin umurunda değil. Sinema kendi işine bakmış. İçinde terör, işkence, din, insan hakları ve hapis gibi unsurlar olan bir konuya alışılmışın dışında bakarak biraz aşk serpiştirmiş ve sonuçta ortaya saf sinemaseverler için tüketilecek bir ürün çıkarmış. Sinema bu her şey olur içinde deyip geçmek gerekir belki ama söz konusu BM raporunda bile “insan hakları skandalı “olarak geçen Guantanamo olunca iş sinemadan da sanattan da çığırından da çıkarılabilir. İnsanlık onurunun yağmalandığı, Müslümanların her türlü kutsalının yerle bir edildiği, küfür, tehdit aşağılanma ve her türlü işkencenin normal günlük aktivite haline getirildiği, mahkûmların yıllarca ailesini göremediği veya onlara haber bile gönderemediği utanç abidesinin içine kıytırık bir aşk hikâyesi sıkıştırmak da neyin nesidir. Böyle bir fikir ancak Amerikan sinemasının yüzsüzlüğü olabilir olsa gerek. Film boyunca gördüğümüz şey mahkûmların haklarına saygı duyan, onlar ölmesin diye uğraşan, temiz, iyi niyetli Amerikan Sistemi ve imajı. Gel gör ki buna rağmen kendilerini aklayabilmiş değiller. O kadar iyi koşullara rağmen öyle bir tecrit ki aslında yaşanan Ali Amir’in inancı bile kalmıyor. Sonuç olarak film ne Amerika’yla yüzleşmeye ne de Amerika’yı masum göstermeye hizmet edebiliyor.

Peki, ne idi aslında Guantanamo ve neler yaşanmıştı orada biraz hatırlamakta fayda var. Hatırlarsanız 11 Eylül sonrası Sadece Afganistanlı olmak bile terörist olarak addedilmeye yetmişti. Çünkü Müslüman olmanız ve de Afgan olmanız El Kaide üyesi ya da Taliban olma ihtimalini güçlendiriyordu. Bu da sizi hapis etmeye yetecek kadar sebepti zaten. Burada, başta Afganistan olmak üzere çeşitli ülkelerde ele geçirilen, El-Kaide ve Taliban ile ilgisi olduğundan şüphelenen kişiler tutuldu. Bir kere şunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Her şeyden önce haklarında kesinleşmiş suçları olmadan sadece şüphelenmek dolayısıyla çoğu insan oraya kapatıldılar. Tutuklu değil mahkûmdular.

Yıllar sonra oradan kurtulan insanlar yapılan işkenceleri dünya basınına defalarca duyurdular. Gardiyan Brandon Neely bile daha sonra yaptığı itirafta mahkûmlara hem psikolojik hem fiziksel işkenceler yaptıklarını anlatmıştı. Bunlardan ilki tecrit uygulaması; gözleri, kulakları örtülmüş, elleri bağlı bir şekilde diz çöküp saatlerce bekletilerek uygulanan tecrit işkencesi zaman ve mekân hissiyatını kaybettiriyor. Suda boğma hissi veren water boarding işkencesi yapılıyordu. Dövme, sözle taciz, inançlarıyla dalga geçmek, yemeklerini yerden yedirmek vb. durumlar zaten günlük normal davranışlar halinde sürüyordu. Yemenli Samir Naji El Hasan Mukbel adındaki mahkûmunun anlattıkları Guantanamo hakkında fikir sahibi olmak için yeter de artar bile.

“Hücre kapısı açılıyor. Yeni seans başlıyor, üst üste yapılan 100’üncü seans olsa gerek. Maruz kaldığım ilk sorgu periyodu sanırım, tam üç ay sürmüştü. İki ayrı sorgucu ekibi vardiyayla çalışıyordu, gece ve gündüz. Her seans beni uyandırmak için bağırmaları ile başlıyor. Daha sonra suratıma ve sırtıma vuruyorlardı. O kadar uykuya muhtaçtım ki başım sanki yüzüyordu. Bu odanın tüm duvarlarına fotoğraflar yapıştırılmıştı. Benden fotoğraftaki kişilerin kimliğini vermemi talep ediyorlardı, ama ben onları tanıyıp tanımadığımı kestirebilmek için bile zar zor odaklanabiliyordum. Bağrışlar ve hakaretler yükseliyor, ardından köşedeki bir adama başlarıyla işaret veriyorlar. Koluma bilmediğim bir maddeyi iki kez enjekte ediyor. Son bildiğim şey bu.

O dondurucu soğuk hücre. Hücre kapısı açılıyor. Bu sefer gardiyanlar sanki vahşi hayvanlar gibi korkunç bir korna sesi çıkararak içeri giriyorlar.

Tüm bu olanları protesto etmek adına bana getirdikleri azıcık yemeği yemeyi reddetmeye çalıştım. Sorgucu bana güldü, sonra sinirlendi, yüksek sesle küfretmeye başladı, Ordu yemek tepsisini kafamdan aşağıya boşalttı. Köşedeki adama beni damardan beslemesini söylediler. Kanatana kadar iki farklı yerden koluma tüp taktılar.

Dondurucu soğuk hücre. Kapı açılıyor. Bu sefer gardiyanlar beni yere iterek sırtımda tepiniyorlar. Sorguculara artık yemek yememeye devam edemeyeceğimi söylüyorum. Yemeği yere atıyorlar ve bana bir domuz gibi yememi söylüyorlar. Tuvalete gitmeme izin vermiyorlar. Daha da acı verici hale gelmesini izliyorlar, çevirmen altıma işersem bana nasıl tecavüz edeceklerini anlatırken gülüyorlar.

Cinsel taciz

Dondurucu soğuk hücre. Hücrenin kapısı açılıyor. Ayağa kalkıp Amerikan bayrağını selamlamaya zorluyorlar.

Sinema odasını andıran bir yerdeyim, diğer mahkumların işkenceye uğradığını gösteren videolar izlemek zorunda bırakılıyorum. Sonra onlar için dans etmem gerektiğini söylüyorlar, onlar ayağımdaki zincirleri çektikçe daireler çizerek dolaşmamı istiyorlar. Her karşı koyuşumda en özel yerlerime dokunuyorlar.

Dondurucu soğuk hücre. Kapı açılıyor. Yağmur yağmış ve her yerde çamur birikintisi var. Zincirlerle bağlı olduğum için yürüyemiyorum, beni bile bile çamurların içinde sürüklüyorlar.

Çırılçıplak soyuluyor

Şimdi pornografi odasındayım. Her yerde korkunç fotoğraflar. Birinde, bir adam ve eşek var. Beni çırılçıplak soyuyorlar ve dinimi aşağılamak için sakalımı kesiyorlar. Pornografik kadın fotoğrafları gösteriyorlar. Farklı hayvanların seslerini çıkarmamı istiyorlar, reddettiğimde bana vuruyorlar. Seans üstüme soğuk su dökmeleri ile bitiyor.

Saatler sonra hücremde beni neredeyse donmuş halde buluyorlar. Doktor, gardiyanlardan beni acilen kliniğe getirmelerini istiyor, orada battaniye ve tedavi veriliyor. Önümüzdeki saatler boyunca ısınırken beni gözlüyorlar. Sadece sorguya geri dönmeme izin verecekleri anı bekliyorlar”.

Hal böyleyken bahsi geçen Camp X- Ray filmi (filmi kim çekerse çeksin) biraz daha gerçeklere yakın bir şey olmalıydı. Çünkü sinema sanatı kötü propaganda değil, asıl bunun için var. Böylece tarihlerine bir kara leke daha eklediklerini itiraf edip günah çıkartabilirlerdi. En azından kendilerine karşı dürüst olabileceklerini göstermiş olurlardı. Belki o insanların kötü anılarına bir parça saygı göstermiş olurlardı. Ama dünyalarını zulüm, ihtiras ve sadece egemen olmak hırsıyla kuran bir sistemden bunu beklemek tabii ki yersiz beklenti. 

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Aralık 2024 sayısı çıktı
Vatanına dönerken yaşadıkları kadar ağır değildi yükü
“Made in Gaza: From Ground Zero” Savaş bölgesinde mahsur kalan film yapımcılarının sesi oluyor
Taksim Camii Filistin Kitap ve Kültür Günlerine ev sahipliği yapacak
Ümraniye Kitap Fuarı cumartesi günü başlıyor