Bugün insanlığın geldiği noktada ulaştığı menzil hızla doğal, fıtri ve ahlaki olandan koparak uçuruma doğru yuvarlanmakta! Bu söylem bazılarımıza oldukça karamsar gelebilir ancak bu durum dünyayı, toplumu ve yaratılanı vahiyden kopuk tanıma biçiminin bir sonucudur.
İnsan bilinen ilk halinden bugüne kadar hep bir devinim içerisinde hareket eder, doğayla mücadelesi, artık türü içerisindeki paylaşım mücadelesine dönüşür. Doğa bir şekilde ehlileştirilir ancak bu sefer de kaynakların kullanım hakkı problemi doğar!
Efendiler ile hizmetçilerini belirleyen, elde tutulan imkanların sahipliğidir. Hizmetçilerin ünvan ve statüleri, ‘köle, serf, yarı insan, hizmetçi, işçi’ şeklinde değişse de fonksiyonları hep aynı kalır; güç sahiplerine hizmet!
Çalışma kültürünün bugünkü anlamına ‘endüstiri devrimi’ ile ulaşıldığı kabul edilir. Bu dönemden önce bu kavrama yüklenen anlam oldukça farklıdır. Örn; batı dillerinde çalışma anlamına gelen ‘travail’ Latince ‘işkence aleti’ anlamına gelen ‘tripalium’ kavramından türetilir. Yine Romalı’ların kullandığı ‘labour’ sözcüğü ‘zahmet, yorgunluk, acı ve ızdırap’ gibi anlamlara gelir, yani bir tür ‘ceza’ olarak görülür!
Kabaca ‘doğaya uyum sağlama, onu değiştirme çabası’ olarak tarif edilen ‘çalışma’ bugün ise; ‘ücret karşılığında yapılan uğraş’ olarak anlaşılmaktadır. Çalışma kültürünü bu noktadan hareketle üç farklı döneme ayırabiliriz. Endüstirileşme öncesi, Endüstirileşme ve sonrası...
Çalışma kavramı Antik çağda; ‘köle sınıfına ait aşağılık bir olgu’ olarak kabul edilir. Çünkü çalışma zorunluluk gerektiren birşeydir ve bu durum özgürlüğe aykırıdır. Özgür insanlar, zorunluluklarının kölesi olamazlar! Platon; ‘doğa ne kunduracı yaratmıştır ne de demirci! Bu tür uğraşlar, onları uygulayan insanları, o aşağılık ücretlileri, durumları dolayısı ile siyasal hakları olmayan, adsız sefillere alçaltmaktadır!’ diyerek durumu özetler.
Romalı’lar, soylu ve özgürlere has meslek olarak askerlik ve tarımı kabul ederler. Yurttaşlar geçimlerini sağlamak için kölelere özgü hiçbir ‘aşağılık işi’ yapmazlar! ‘Her kim emeğini para karşılığı verirse, kendini satmış ve köle durumuna düşmüştür’ anlayışı hakimdir.
Endüstirileşme öncesinde çalışmaya dönük bu elitist bakışın yanında, ‘doğal hayatın’ gereği olan olguya, sadece ‘varolmak için yeterlilik’ ilkesinden bakılır. Geçim unsuru olarak görülen bu çaba geleneksel olarak öğrenilen usüllerle yapılır.
Çalışmanın toplumsal yaşamda merkezi bir yer alması Endüstirileşme süreci ile olur. Bu dönemde çalşma; hayatta kalmak adına, özel alanda yapılan faaliyetten, ücretli emeğe ve kamusal alana dönüşür. Ancak bu geçiş çok basit bir geçiş olmaz!
Nitekim sanayileşmenin başlangıcında ilk fabrikalar hızla çöker. Bunun ilk sebebi çalışma kültürünün yerleşmemiş olmasıdır. Çünkü kimse daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmak istemez. Derdi bugündür, yarın için tasası yoktur.
‘Çalışmazlarsa dünyanın sonu geleceği için çalışması gerekenlere, yoksul diye acımaya başlarsak, insanlığın durumunu ciddiye almıyoruz demektir’ söylemi ile Edmund Burke girişimcilere yol gösterir. Girişimciler ise; ‘uyuşuk ve tembel’ işgücünü çalıştırabilmek için adeta ‘yaşama düzeyinin sınırında’ düşük ücret politikası izleyerek sorunu çözerler!..
Kapitalist Endüstiriyel dönemin koşulları artan oranda bir işgücüne ihtiyaç duyar. Bir süre sonra kullanılan ‘köle emeği’ rasyonel bulunmaz. “Köle yiyebileceği kadar fazla yiyip, çalışabildiği kadar az çalışmaya bakmaktadır” diyen Adam Smith “Ulusların Zenginliği” için köle emeği dışında, ondan daha kullanışlı bir emek ihtiyacını dile getirir. Bu da karın tokluğunu garanti edememiş, çalışmaya aç insanlar topluluğu ile mümkündür!
Böylece gelinen noktada Endüstirileşme süreci, çalışmayı zorunluluk haline getirip disipline eder. Bu noktada hakim görüşün aksine Kilise önemli bir işlev görür. Dünyada ‘keyfine bak’ felsefesini değil ‘acı çekmek’ için bulunulduğu felsefesini yaygınlaştırır. Ayrıca çalışma ile eğitim ilişkisinde, zorunlu eğitimin ‘dakiklik’ ve ‘disiplin’ vurgusu, bu zorunluluk ilkesini toplumsallaştırır.
Dinin çalışma kültürüne etkisini, Modern Kapitalizmin doğuşunu inceleme konusu yapan, Weber üzerinden anlayabiliriz. Onun tezi diğer faktörleri reddetmemekle beraber, ‘Protestan ahlakının, Kapitalizmin ruhuna’ nasıl ivme kazdırdığı ile alakalıdır.
Kapitalizm doğuş aşamasında özel bir kişilik tipine ihtiyaç duyar. Bu kişilik tipini ise manevi ve ruhani değerlerle, dini kavramlar oluşturur! Kapitalizm sürekli ‘kazanç’ ve ‘verimlilik’ peşinde olmak zorundadır. Bunun için ise duygusal değil rasyonel hareket eder. ‘Endüstiri uygarlığı’ duygusal ilişkileri geri plana itmiş, mekanik bir anlayış çevresinde, insanlıktan uzak bir düzen ile mümkündür. Rasyonellik ise; “Dünyaya uyum sağlama durumundan, dünyaya egemen olma durumuna” geçilmesi üzerine kurulur.
Verimlilik ilkesi, insan bedeni de dahil bütün toplumsal eylemleri fayda/maliyet hesabına indirger. Bu dönemin çalışma kültürü, bireylerin bedenleri üzerine kurulan hesaplarda kendini bulur.
Weber’e göre Reform hareketleri, Kilise’nin hakimiyetini sonlandırmamış, sadece yönünü değiştirmiştir. Kişilerin ‘meslek’ tercihlerinde din önemli bir yer tutar. Katolik mezhebinin ‘öte dünyaya’ ait kazanımı, dünyadaki ‘çileciliğe’ bağlaması, inananlarına ‘mistik’ bir hayat öğütler. Bunun yanında Reform hareketlerinin ortaya çıkardığı Protestan ekolü hem dünya zevklerinin karşısında olma, hem de aşırı şekilde dünyalı olmayı öğretir. Bu da inananlarına, çalışmak, arzularını bastırmak, kendilerini kontrol etmek ve harcamamak olarak yansır!
Protestan çileciliği daha çok üretmek, karşılığında daha az tüketmek şeklinde hayat bulur. Meslek kavramı ilahi bir formatla sunulur ve çalışmak kutsallaştırılır! Tanrı ile kul arasında bulunan aracılar devreden çıkartılarak, gelişmenin önünde, gelenekten kaynaklanan engeller kaldırılır. Çok çalışıp az harcayanlar, bu çilecilik ile öte dünyayı kazanmayı umarlar.Yaşama zevkini bırakıp, kendini çalışmaya vermiş kişilik tipi, Modern Kapitalizmin ideal tipidir!
Ancak Kapitalizmin genlerinde olan ‘rekabet olgusu’ öyle bir savaşa döner ki; saflık bozulur, büyük servetler kazanılır ancak bu servetler, ‘faize’ yatırılarak tekrar kazanılır! Çünkü amaç, tüketmek değil kazanmaktır! Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu, sermaye sahibi olup kullanma arzusu, Protestan ahlakı ile sağlanır! Böylece kazanç elde etmek yasal hale getirilmekle kalmaz, doğrudan Tanrı’nın arzusu olarak görülür! Ancak zamanla bu ahlak, dünya işlerini aksattığı gerekçesi ile Kilise’ye de kayıtsız kalır!
Sonuçta; bedensel hazları denetim altına alan, çalışmayı/üretmeyi ibadet haline dönüştüren, rasyonel düşünüp, dünyayı amaçları doğrultusunda düzenlemeyi hedef edinen bir ahlak ortaya çıkar ve Kapitalizmi tüm dünyanın başına bela eder!
Zamanla Kapitalist yaşam kültürü, her türlü düşünsel yozlaşmanın ve organik bozukluğun sebebi olur. Makine bir süreden sonra, insanları aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak, ona boş zaman ve özgürlük sağlayacak bir ‘Tanrı’ olarak görülür! Bu kültür, toplumun kutsal yapısını değiştirir veya ortadan kaldırır. Eylem tarzlarını, varoluş kuralları ya da Tanrı buyruğu temelinden çıkarır. İlkelerin ‘verimlilik’ ya da ‘fayda/maliyet’ hesabına göre belirlenmesi toplumun yozlaşması, duyarsızlaşması ve hedonist/hazcı bir anlayışla dünyaya yönelmesine sebep olur! Çılgınca bir ‘pragmatizm/çıkarcılık’ tüm topluma musallat olur!
Artık Endüstiriyel sonrasının yaşam kültürü hakimdir. Giderek Protestan ahlaktan da kopan bireyler elde edebilmenin nefsani gücüne yenik düşer ve ‘tüketim toplumunun’ üyesi olur. Daniel Bell’in ifadesi ile ‘gündüz protestan, gece playboy tipi’ yeni dönemin ideal tipidir.
Kapitalizmin kitle üretimi bunu tüketecek bir kitleye de ihtiyaç duyar. Bunun için hazcı bir yaşam biçimi pompalanır. Artık ‘nasıl harcamalı, nasıl eğlenmeli’ vb. normlar belirleyicidir. Bugün ‘çalışma toplumundan, boş zaman toplumuna’ geçildiğine dair ciddi bir inanç vardır! Bauman’ın değimi ile “haz için bile kendini yormaktan kaçınan ‘rahatlık ilkesinin’ liderlik ettiği tüketici tipi” boş zaman toplumunun prototipidir. Bu kişilik tipi insani değerlerden, normlardan, geleneksel bağlılık ve sadakatten, topluluk kurallarından özgür olmayı arzu eden, rahat ve esnek insan tipidir. ‘Kendin ol’ ilkesini ilah edinen insan tipi!
Batı toplumlarının üretimi kendi dışına taşıması ve tüketim üzerine toplumsallaşması yeni bir çalışma kültürünü besler. ‘Ücretli işgücü’ giderek geriler. Jacgues Attali’nin yaptığı bir araştırma, batı toplumlarının 19.yüzyılda ortalama beşbin saat çalıştığı 20.yüzyılda ise bunun bin saate kadar düştüğünü göstermektedir. Bunun bir sebebi ‘çalışmaya aç olmayanlar’ken, asıl sebebi üretimi gerekli kılan çalışmanın, batıdışı toplumlara kaydırılmasıdır.
Artık seri üretim ve kitlesel emek gücüne ihtiyaç duyulmayan bu dönemde, bir zaman ‘yedek sanayi ordusu’ olan yoksullar şimdi ‘defolu tüketicilere’ dönüşmüş durumda. Kapitalist sistem iliklerimize kadar enjekte edilmiş vaziyette! Dünyanın ‘sömürülen’ beldelerinde buna alternatif bir sistem oluşturabilme ihtimali yakın bir gelecekte zor gözüküyor! Biz müminlere düşen görev; sistemden çıkış yolu aramak ve İslami dayanışma usullerini yaygınlaştırarak ifsaddan uzaklaşabilmektir. Rabbimizden bizlere bu yolu kolaylaştırmasını niyaz ediyorum...