“Çakma kimlik” ile “veled-i zina” arasında “zenim”

Tarihselci görüşleriyle öne çıkan Mustafa Öztürk Ayetde geçen “zenim” kelimesinden hareketle müşriklerin önde gelenlerinden Velid bin Muğire’ye küfredildiğini, dolayısıyla bu ayetin Allah tarafından değil, Hz. Muhammed (s.a.)’e ait olduğunu iddia ediyor.

Ali Bulaç’ın kendi sitesinde yayımladığı yorumunu iktibas ediyoruz:

Son günlerde Kalem suresinde geçen “zenim” kelimesinden hareketle bir ilahiyatçı profesör Mustafa Öztürk, Hz. Peygamber’in hasımlarından birine ağır hakaretlerde bulunduğunu, küfredip sövdüğünü; bu küfür ve sövgünün “Allah’ın” dilinin olamayacağını ortaya attı. Konuyla ilgili tartışmalar oldu. Bazı dostlarımızın talebi üzerine konuyla ilgili görüşlerimizi yazmayı gerekli gördük.

Önce söz konusu kelimenin geçtiği suredeki ayetler kümesine bakalım:

“5. Artık yakında göreceksin ve onlar da görecekler. 6. Sizden, hanginizin 'fitneye tutulup-çıldırdığını.' 7. Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir. 8. Şu halde çokça yalanlayanlara itaat etme. 9. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. 10. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, 11. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), 12. Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, 13. Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik.14. Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye, 15. Kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen. 16. Yakında biz onun hortumu (burnu) üzerine damga vuracağız.” (68/Kalem, 5-16.)

Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in Allah’ın elçisi olmadığını, büyük bir fitneye maruz kalıp cinler tarafından aklının başından alındığını öne sürüyorlardı. Onlar iki hakikati kabul etmekte zorlanıyorlardı. Allah’ın varlığına inandıkları halde Allah’ın bir insana vahiy indireceğini ve ölümden sonra ahiret hayatı başlayıp bunun da ebedi olduğunu kabullenemiyorlardı. Hz. Peygamber ise, onların Allah inançlarının yanlış olduğunu, mevcut yozlaşmış hayat düzenlerini değiştirip ilahi emir ve yasaklara göre ahlaki bir hayat yaşamaları gerektiğini söylüyordu. Onu cinlenmiş (mecnun) olarak karaladıklarında yüce Allah, onun pek büyük bir ahlak üzere olduğunu, ahlaklı hayat süren insanın asla cinlerle kötü ilişkisi olamayacağını belirtmektedir. Bu aynı zamanda ahlak ile cinlerle uğraşmanın, medyumluk, kehanet, gaipten haber verme gibi mesleklerin bir arada olamayacağını ima etmektedir.

Ama müşrikler madem böyle bir iddiada bulunmaktadırlar, bekleyip görelim. Hakikat apaçık ortaya çıkacak ve bunu her iki taraf da görecek. Kim ağır bir fitneye tabi tutulmuş, cinlenmiş, aklını yitirmiş veya yalan söyleyip söylemediği herkesçe anlaşılacaktır (6/En’am, 117). Söz konusu hakikat kıyametin kopmasıyla ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yüksek ahlak sahibi kimse “meftun” olamaz ama inkârcılar şeytanın fitnesine her zaman maruz kalırlar. Esasında bu konuda polemiğe, tartışmalara girişmenin de faydası yoktur. Zira şanı yüce Allah kimin hak ve doğru yolda olduğunu, kimin yolunu şaşırıp sapıttığını gayet iyi bilir.

4. ayette Hz. Peygamber’in pek büyük ahlak üzere olduğu belirtilmişti. 8-15 arası ayetlerde bu sefer ahlaki yozlaşma içinde olanların genel bir tasviri yapılmaktadır. Somut olarak tefsirciler ayetlerin Velid bin Muğire, Ebu Cehil, Ahnes ibn Şerik veya Esved ibn Yeğus’un kişilik profillerini anlattıklarını söylüyorlar. Öyle de olsa, çizilen profil tarihsel ve belli şahıslara özgü değil, evrenseldir, tarihin her döneminde bu türden kişiliklere rastlanabilmektedir. Aşağıda kişilik özellikleri sayılacak kimselere Hz. Peygamber’in ve elbette bütün mü’minlerin hiçbir şekilde itaat etmemeleri emredilmektedir (bkz. 33/Ahzab, 1). Buna göre:

a) Hakkı ve hakikati, vahiy gerçeğini, peygamber tebliğini yalanlayan (Kezzab).

b) İnkârı, isyanı ve cürümleri hoş gören; hak ile batılın uzlaşmasını önerenler ki, böyleleri hak ve hakikati savunanlara yaranmaya, yağcılık yapmaya, yaltaklanmaya, uzlaşma teklif etmeye başlarlar (17/İsra, 73). (Yudhinun)

Tefsirciler ayette geçen "tüdhin fe-yüdhinun"un çeşitli anlamlara geldiğini söylemişlerdir. "Müdahane" yağ anlamındaki dühn kökünden gelir ki manası yağcılık, yaranmak, dalkavukluk demektir. Söz konusu kötü sıfatlar asla bir Müslümana yakışmaz. İbn-i Hıbban şöyle der: "Bir Müslüman başkalarıyla olan ilişkilerine, sözlerine ve konuşmalarına Allah’ın hoşlanmadığı bir eziklik, kırılıp dökülme karıştıracak olursa, işte bu müdahane olur" demiştir. Müşrikler Hz. Peygamber’in kendileri gibi inkâr etmesini; dinin hükümlerin bir bölümünden taviz vermesini; hakkı terkedip onlara meyletmesini; yalan söylemesini; onlara yaranmasını, davasından vazgeçmesini, tebliğinde ve davetinde yapmacık, tavizkar, ikiyüzlü, mürai davranmasını; onlara zaaf göstermesini; kendi ilahlarına ibadet etmeyi kabul etmesini çokça istemişlerdir. Öyle davranacak olsaydı, onlar da mukabil bir tutum göstereceklerdi. (17/İsra, 74.)

c) Gerçeği ters yüz ettiği halde doğru söylediğine ilişkin çokça yemin edip duran (58/Mücadele, 16 ve 63/Münafikun, 2); çokça yalan söyleyen, yemin eden kalbi zayıf kimsedir; acizdir, yüce Allah katında değersizdir (Hallafın mehiyn). (Yemin için bkz. 5/Maide, 89. ayetin açıklaması.)

d) Başkalarını kötüleyip kendini temize çıkaran; insanların arasını bozmak için söz götürüp getiren (104/Hümeze, 1). “Söz taşıyan (koğuculuk yapan) cennete giremez” (Buhari, Edeb, 50; Müslim, İman, 168). Böyle bir kişi daima ayıplar, söz götürür getirir. İnsanlar arasına fitne ve düşmanlık sokar, şahit olduğu bir olayı veya sözü fesat ve fitne amaçlı kullanır (Hemmazın, meşşainbi zemim). Bu tür insanlardan uzak durmak lazımdır. Araplar “Sana başkalarından söz getiren, senden de onlara söz götürür” demişlerdir.

e) Hayrı engelleyen, yardım ve dayanışma duygularını zayıflatan (50/Kaf, 24-25); dil ve üslubunda saldırgan olan, olabildiğince günah bataklığına batan (Mannain li’l hayri mu’tedin esiym). (26/Şuara, 221-222; 102/Maun, 1-7);

f) Zorba/otoriter-saygısız, kulağı kesik; ne idüğü belirsiz, çevresinde hayâsızlık ve kötülüklerle ün salan (zenim). Efendimiz şöyle buyurdu: "Size cennete gidecekleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir. Size cehennemliklerin de kimler olduğunu söyleyeyim mi? Kalbi katı, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir" (Buhari, Tefsir, 68/1; Müslim, Cennet, 47.)

g) Servet ve yandaşlarının çokluğuyla övünüp duran (ze malin ve beniyn).  (9/Tevbe, 55);

h) Allah’ın ayetlerini, vahyi, dinin hükümlerini, sabit emir ve yasakları reddedip bunların uydurma masallar, mitolojik anlatılar (Esatiru’l evveliyn) olduğunu iddia eden kimseler ahlaken yozlaşmış kimselerdir (10/Yunus, 15).

11-16 arası ayet kümesinden “yüksek ahlak üzere olan Peygamber”in sekiz ahlaki zaaf içinde olanlara itaat etmemesi emredilir: Olur olmaz yalan yere yemin edenler (hallaf); aylacı üstenci, başkalarını küçük gören (hemmaz); laf götürüp getiren, insanları birbirine düşüren (nemim); hayra engel olan (menna’); haddi aşan, azgın (mu’ted); çok günahkar (esîm); kaba, obur-yiyici, zorba (utull); iliştirilmiş, çakma, uydurma, kötülükle damgalanmış (zemim). Yalan söylemek ve gerek güç ve siyasi iktidarına, gerekse servet sahiplerine yağcılık yapmak, yaltaklanmak, dalkavuklukta bulunmak da ahlaki zaafın göstergeleridir.

Bu evsafta olanların hastalığı kibirleridir; fil hacminde şişkin egolara sahiptirler, sanki küçük dağları kendileri yaratmış havasındadırlar. Onları yaratan Allah’ın önünde diz çökmeye yanaşmazlar. Öylesine bir kibre kapılmışlardır ki paranoidçe yukarıda sıralanan ahlaksızlıkları kişiliklerinin bir parçası, karakterleri, seciyeleri haline getirmişlerdir. Kibir şeytanın hasletlerinden biridir, kibir günahını işlediğinden Şeytan tövbe etmedi ve Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılma cezasına çarptırıldı. Ancak Şeytan ve onu izleyenler eninde sonunda mağlup olacak, utanç içinde acizliklerini, isyanlarını itiraf edeceklerdir. Bu ahlaken düşük kişiler de pek uzak olmayan bir gelecekte utanç içinde kalacak, burunları sürtünecek, kibirlerinin işareti olan hortumları üzerine damga vurulacaktır.

“Zenim” kavramı etrafında tartışma-değerlendirme

Tarihselci görüşleriyle öne çıkan bir ilahiyatçı (Prof. Mustafa Öztürk), surenin 13. Ayetinde geçen “zenim” kelimesinden hareketle Mekkeli müşriklerin önde gelenlerine, özellikle surenin hakkında indiği iddia edilen Velid bin Muğire’ye küfredildiğini-sövüldüğünü, dolayısıyla bu ayetin Allah tarafından değil, müşriklerden çok çekmiş Hz. Muhammed (s.a.)’e ait olduğunu iddia ediyor. Ona göre Araplar zenim kelimesini veled-i zina, daha galiz ifadeyle “piç” manasında kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber de o kadar kızmış ki –beşeri bir zaaf/yılgın ruh hali içinde- Velid bin Muğire’ye “piç” demiştir.

Yukarıda ayetin sadece Velid bin Muğire için inmediğini söylemiştik, mamafih en çok da onun kişilik profiline uyar. Ayette belli bir isim geçmediğine –mesela Kur’an’da bu bağlamda Ebu Leheb ismen geçer (111/Leheb, 1)- ve Velid bin Muğire’den başka üç kişi daha zikredildiğine göre, hedef alınan ahlaki kişilik zaafıdır ki, bu zaaf ayetin nüzuluna sebep gösterilen her dört kişi için de geçerlidir. Şu halde bizim öncelikle üzerinde yoğunlaşmamız gereken ahlaki zaaftır.

Peki ahlaki zaaf veya suçlama gerekçesi olarak zenim veled-i zinayı içerir mi?

Sözlükler kelimelerin iştikakını verirken birden fazla anlam sıralarlar. Zenim kelimesine de farklı anlamlar vermişlerdir. Lisanü’l Arap’tan Müfredat’a birçok sözlük bu kelimenin Araplar tarafından aşağılık, kaba, zorba, yalancı, takma-uydurma, yağcı, dalkavuk, kötülükle damgalı; faydasız; işlediği kötülükler sonucu tabiatı bozulmuş, tıynetsiz, cibilliyetsiz; ne idüğü belirsiz, veled-i zina, annesi belli babası bilinmeyen, başkaları tarafından sahiplenilen, oğulluk; bir gruba sonradan katılan, soyunu inkâr edip kendini başka bir soya/kavme/kabileye mensupmuş gibi gösteren kimse.

Ancak kelimenin iştikakında “zeneme”den türeme keçinin boynunda, kulağının dibinde derisinden aşağı doğru sallanan parça esas alınmıştır. Parça hem fazlalıktır, hem de hayvanın işaretidir. “Herşeyin zenime’si fazlalığıdır” denmiştir. Birine mecazen atfedilecek olursa, Şa’bi’nin dediği gibi keçinin veya koyunun kulağındaki dilik veya kesik ile tanınması gibi, kötülük ve şerle tanınır, bilinir. “Kulağı kesik” ahlaksızlığı, kabalığı, zorbalığı, üç kağıtçılığı ve yaptığı kötülükler sonucunda temiz fıtratı buzulmuş kimsedir. Bu İblis’in meydan okurken insanı uğratacağı ahlaki çöküntü için kullandığı tabirdir (Bkz.4/Nisa, 118-119).

Kısaca Mücahid’in görüşünü ele alırsak zenim “Keçinin gerdan memesinin olup olmaması nasıl kolayca bilinebiliyorsa, zenim olan kişi de ahlaksızlıkları, oburluğu ve zorbalığıyla öylece bilinir.” Said bin Müseyyeb’e göre ise başka bir soydan, gruptan olduğu halde, başka bir soya katılan kimsedir. Şair şöyle der:

Başkaları tarafından sahiplenilen soysuz kişidir

Paçaların derinin kenarlarına eklenmesi gibi dediğini işitmez misiniz?

Bu anlatılanlardan iki şeyi birbirinden ayırt etmek gerektiği ortaya çıkıyor: Biri kendisi bir gruptan iken şu veya bu sebeple başka bir gruba katılan kişi; diğeri nikahsız beraberlikten dünyaya gelen çocuk/kişi.

Hiç şüphesiz Kur’an’ın genel anlatımından, Hz. Peygamber’in tatbikatından ve surenin yapısından anlaşılan şu ki, 13. ayette geçen “zenim” birinci manada kullanılmıştır. Burada söz konusu olan şahıs –bu elbette büyük bir ihtimalle Velid bin Muğire (527-622)’dir-, kendi kavmi olmadığı halde bir başka kavme intisap etmişti. Tarihlere göre 18 sene sonra onu kabul edecek olan babası Beni Mahzun kolundan Muğire bin Abdullah bin Amr’dır. Başlangıçta Kur’an’ın Arap şiirinden hayli farklı olup vahiy olabileceğini söylediği halde Mekke’deki yüksek onumu ve en zengin olması (Velid bin Muğire el vahid) dolayısıyla Müslüman olması halende zenginliğinin ve statüsünün yok olacağını endişe ettiğinden İslami tebliğe en şiddetli muhalefeti gösterdi.

Kureyşlilere intisab etmesi ona büyük avantaj sağlıyordu. Kabilenin prestijini, avantajlarını kullanıyor, servetine servet, gücüne güç katıyordu.  Araplar kabileler arasında “hilf” veya “eman” kurumuna sahiptiler. Velid’in hilf değil “mevali” staüsünde gruba intisap ettiğini düşünebiliriz. Zamanla yükselmiş, güç sahibi olmuştu. Hz. Peygamber’in daveti başlayınca “kraldan kralcı” tutum takınarak Kureyşlileri elinden geldiğince Müslümanlar aleyhinde kışkırtıyor, onların prestij ve itibarını, güç ve statülerini istismar ediyordu ki, zenim kelimesinin geçtiği ayet, zımnen ona “Sana ne oluyor, sen bu kabileden değilsin, niye kışkırtıp duruyorsun, senin bu yaptığın ahlaksızlık değil mi?” diyor, onu kendi aslını/soyunu sopunu inkâr ettiği için ayıplıyordu. Bu tahrik ve provakasyon müşrikler üzerinde etkili oluyordu, çünkü müşrikler bir yönüyle Hz. Peygamber’e ve ona başka kabilelerden katılanlara karşı bir kabile mücadelesi içindeydiler. Kabile asabiyeti Ebu Cehil’i hakikati inkâr etmesine yol açmıştı.

Denilecek ki İslam soy sopu yücelten bir din mi? Elbette hayır! Ama Velid bin Muğire gibi oportünist insanlar etnik, sınıfsal, bölgesel, zümresel bir gruba sonradan katılır, o grubu asli unsurlarından daha şiddetle savunur ama asıl amaçları çıkar ve statü elde etmektir; amaçlarına ulaşmak için de her türlü tezviratı, dalkavukluğu yapmaktan çekinmezler. Bu ahlaki açıdan zaaf içeren tutum kavim veya kabile dışında günümüze partilere, cemaatlere, din ve mezhep gruplarına, örgütlere katılan samimiyetsiz, çıkarcı, ahlaksız kişiler için de geçerlidir. Müddessir suresindeki 11-25 arası ayetlerin onun hakkında indiği söylenmektedir.

Sonradan edinilmiş ama sahih olmayan kimlik bazen kişi ve grup tarafından değil, devletler tarafından da empoze edilir; hatta eğitim, hukuk, resmi toplumun taşıyıcı ve emredici araçları marifetiyle kabul ettirilmek istenir. Her durumda asli kimliklerin her ne iseler, öyle kabul edilip sosyo-politik sisteme dahil edilmesi, kişileri, grupları ve devletleri “zenim” sıfatı almaktan korur.

Şüphesiz burada söz konusu olan evrensel bir ahlaki zaaftır, bu zaaf her toplumda görülebilir. Bunun yanı sıra kişilerin soylarını inkar etmeye kalkışmaları ya da soyları, etnik köken ve kimliklerinin inkâr edilmesi de İslam’ın onayladığı tutum değildir. Bütün soylar Adem’e çıkar, Adem de topraktandır.

Mustafa Öztürk’ün hatası şu noktalarda toplanmaktadır:

1. Tefsirciler ve dilciler bir kelimenin birden fazla anlamını verirler; tefsirler bir tür ansiklopedidir. Her bir anlam kelimenin kullanıldığı bağlamda yani cümle içindeki yerine göre değer kazanır. Kelimeyi tek bir anlama indirgeyip bağlamı dışında kullandığınızda gariplikler ortaya çıkar.

2. İslam dini iradesi olmadığı halde zina eden bir erkek ve kadından ya da tecavüze uğramış bir kadından doğan çocuğa ikinci sınıf insan, ayıplı insan gözüyle bakmaz. Mamafih her dönemde ve her toplumda gayrımeşru ilişkilerden doğan çocuklar vardır. Literatürde buna veled-i zina denir ve bu konuda hayli geniş hukuki düzenlemeler yapılmıştır2.

3. Öztürk, bizim Türkçe’de argo olarak kullanılan “piç” kelimesini seçip bunun Hz. Peygamber tarafından bir küfür ve sövgü olarak kullanıldığını iddia ediyor. Bu gerçekten ağır bir suçlamadır. “Yüksek ahlak üzere olan” (68/4) Hz. Peygamber asla böyle argo bir dil kullanmaz.

4. Bilindiği üzere hadis usulünde “senet kritiği” yanında “metin kritiği” de söz konusu. Buna göre bir haber veya rivayet sened yönünden sahih olsa dahi metin yönünden sahih olmayabilir. Mesela, Kur’an’ın açık hükümlerine ve Resulüllah’ın bilinen tatbikatına aykırılık ihtiva ediyorsa; ma’siyeti öneriyorsa; Mekke’de vefat etmiş bir sahabeyi Medine’de cereyan eden bir olayda aktör olarak gösteriyorsa; hadis bir kavmi, bir kabile veya toprak parçasını yüceltiyorsa; parçayı bütünden büyük gösteriyorsa; aklın ve matematiğin evrensel hükümlerine aykırı ise –mesela bin kişinin yan yana dursa ancak sığabileceği yerde 10 bin kişinin savaştığını söylüyorsa- rivayet uydurma (mevzu) kabul edilir. Bu kriterlerden biri de Hz. Peygamber’in temiz ağzından bir cümlenin çıkma ihtimalinin bulunmamasıdır; buna temiz fıtrata aykırılık ilkesi diyebiliriz. Buradan hareketle sokakta edep yoksunu terbiyesiz insanların birilerine “piç” demeleri gibi Hz. Peygamber’in hasmı da olsa birine bunu demesi düşünülemez. Hangi tefsir, siyer veya hadis kitabı bu rivayeti yapmış olursa olsun, rivayet sakattır. Nitekim tefsirlerde “zenim” kelimesi “veled-i zina” ile karşılanmaktadır. Bize göre Kalem suresindeki özel bağlamında “zenim”e “veled-i zina” denmesi hatalı bir tefsirdir.

Bizce doğru olanı, aslen bir gruptan olmadığı halde çıkar amacıyla birinin kendini başka bir gruba nisbet etmesidir. Buna “çakma mensubiyet”, sahih temeli olmayan sonradan edinilmiş veya empoze edilmiş kimlik diyebiliriz. Velid bin Muğire gibi kimseler söz konusu mensubiyeti yağcılık, dalkavukluk, iç çatışmaya gerekçe, asabiyeti tahrik, istismar, zorbalık ve sömürü aracı olarak kullanmaktadırlar. Sure bağlamında kelimenin veled-i zina ile ilgisi olmadığı gibi, “piçlik”le hiç ilgisi yoktur.

Bundan başka aynı zatın daha önce “Allah’ın bu denli ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimini veren ayetlerin Hz. Peygamber’in zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim” dediği kaydedilir. “Zenim” kelimesine verdiği bu yanlış anlamla birlikte söz konusu iddiaları bir araya getirdiğimizde önümüze çıkan şey şudur: “Kur’an bütünüyle ve lafız olarak Allah’tan değildir. Hz. Peygamber, zaman zaman psikolojik, sosyal ve politik ortama göre şahsi sıkıntı, beklenti, öngörü ve sorunlarını Kur’an’a dahil etmiştir.” Hiç şüphesiz bu iddia İslam vahyinin temelini sarsmaktadır, bunu savunan Abdülkerim Süruş’tur. Biz bu iddiayı “Vahiy nedir?” adlı kitabımızda etraflıca ele alıp temelsiz olduğunu göstermeye çalıştık.3

Notlar

1- Surenin tefsirinin tamamı için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, Çıra yayınları, İstanbul-2016, VII, 147-164.

2- Veled-i zina’yla ilgili İslam fıkhındaki hükümler için bkz. Abdurrahim Yıldırım, İslam hukukunda veled-i zina ile ilgili hükümler, Dicle Üniversitesi Sosyal bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı-İslam Hukuku Bilim Dalı-Yüksek Lisans Tezi, Diyarbakır-2016

3- Ali Bulaç, Vahiy nedir?, Ekin yayınları, İstanbul-2020.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı