Statükocularla değişim taraftarlarının sert kavgası son günlerde yaşanan iki gelişmeyle çok kritik bir aşamaya taşınmıştır. Birincisi, “Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” ekseninde başlatılan tartışma; ikincisi ise, 12 Eylül’de yapılacak referandumun kesinleşmesi.
Bu gelinen aşama, ya halkın geleceğini kendi eline alma ya da Beyaz Türkler’in ülkeyi içe kapatarak, olmadı bölerek dün olduğu gibi gelecek yıllarda da kontrol etme tehlikesi ihtimallerini barındırmaktadır.
Bana göre halk değişimden yana tavır koyarak ülkenin büyümesinin önünü açacak, ülkeyi küçültme ve içe kapatma heveslilerine prim vermeyecektir.
Derin devletin kalesi anlamında “Basının Amiral Gemisi” diye nâm salan “Türkiye Türklerindir” sloganlı gazetede, yirmi yıl kadar kaptan köşkünde herkese mavi boncuk dağıtarak koltuğunu korumayı başarmış mahir gazeteci, yine o bildik üslûbuyla soru soruyormuş gibi yapıp “bölünmeyi” tartışmaya açtı.
“Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sorusuyla başlattığı tartışmada, “Türkiye’nin sadece Türklerin olmadığını” da söylemiş oldu. Bir defasında, ‘Patron bile “Türkiye Türklerindir” sloganını yerinden kaldıramaz’ dediğini hatırlıyorum.
Soru kisvesindeki “ayrılma” önerisi, özel bir kişiye ait olmaktan çok derin tüzel kişilik kıvamında bir soru olduğu için önemli. Hem tehdit kokan hem de ne pahasına olursa olsun elindeki gücü kaybetmeme refleksi yansıtan boyutuyla tehlikeli de.
Çünkü “derin”lerde yatan ruh hâlini ele veriyor. Türkiye’yi yönetemeyeceklerini anlayanlar, millet iradesi üzerinde kurdukları vesayet sistemini sürdürmek uğruna gerekirse ülkeyi bölebileceklerini fâş etmişlerdir.
Evet, büyüyecek miyiz, küçülecek miyiz; bütün mesele bu! Büyürsek eski düzen bezirganları kaybedecek. Küçülürsek onlar kazanacak. Bu kadar ürkmelerinin sebebi Türkiye’nin büyüme yolunda hızlı adımlar atmakta olmasıdır. Kaybetme korkusu yani.
AK Parti, hükümeti kurduktan sonra, dış siyasetin paradigması değişti. Yüzünü sadece Batı’ya çevirmiş, Osmanlı hinterlandını unutmuş/unutturulmuş Türkiye, çok katmanlı ve çok eksenli bir politika üretti. Burada Brezilya’yı da yanına alarak ‘İran’la nükleer enerji anlaşmasını’ yapmasını hatırlayabiliriz. ‘Komşularla sıfır problem’ siyasetinin başarılarını da.
Türkiye, dış siyasetini coğrafyasının derinliğine paralel çok geniş bir coğrafyaya yaydı. Vizeler bir bir kalkmaya başladı. Serbest ticaret bölgeleri teşekkül ediyor. Dünya ekonomisi kriz yaşarken, Türkiye bu krizi yeni paradigmasının sunduğu imkânlarla az zararla atlatmayı bildi.
Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Akdeniz’den komşu olduğumuz Afrika’ya varana kadar büyük bir alanda herkesi şaşırtan çok önemli adımlar attı. Her açılımla büyük devlet olmanın düşünü kurduğu sinyalini verdi. Ortadoğu’da bensiz düzen kurulamaz dedi. Bölgenin güvenilir ve sözü geçen ülkesi hâline geldi.
Bu tür başarılı açılımlar memleketin iç sorunlarına da yansıdı. “Demokratik Açılım” bunun bir göstergesiydi. Kürtçe, Arapça televizyon kanalları, Alevilere yönelik başlatılan insiyatifler hep bu kabildendi. Bunların anlattığı tek şey, Türkiye’nin istikrarlı bir şekilde büyüdüğüdür..
Türkiye’nin büyüme trendi yakalaması statükocuları ürküttü, alarma geçirdi. Bütün güçlerini birleştirmeye başladılar. Referandumda “Hayır” çıksın, statüko kazansın diye tehlikeli bir cephe oluştu; CHP, MHP, BDP, İşçi Partisi, YARSAV, HSYK ve bilumum Ergenekoncular cephesi...
Bu tablodaki yapıları teker teker ele alabiliriz elbette. Ancak buluştukları bir nokta var ki, görmezden gelinemez. O da, statükonun beslendiği 12 Eylül darbe anayasasını savunmak. Sistemin sahibi CHP ile BDP, MHP ile İşçi Partisi nasıl aynı çizgide buluşabilmektedir? MHP ve BDP’yi hangi güç, tabanlarına rağmen, bir hizaya getirebilmektedir?
Çatışmayı bir varolma yöntemi olarak içselleştirmiş ve bu hususta oldukça başarılı olan oligarşik güç merkezi, nelere muktedir olduğunu gösteriyor.
Halk ülkeyi büyütmenin düşlerini kurarken, bunlar da klan çıkarları için küçültmenin planlarını yapıyorlar.
VAKİT