Islah Haber’in 28 Şubat darbesinin 16. yılına ilişkin hazırladığı Darbe Söyleşileri dizisi devam ediyor. Özgür-Der İzmir Şube Başkanı Nurcan Büyük ve İHH Yön. Kur. Üyesi Av. Gülden Sönmez söyleşiler dizisinin bugünkü konukları oldular. Her iki arkadaşımız da belki öğrenci olarak yasağa muhatap olmadılar ama darbenin gerçekleştiği günden bu yana oluşan direnişin en ön saflarında yer alan önemli iki isim. Özgürlük mücadelesinin dünden bugüne gelişim seyrinde mücadelenin tam içinde önemli tanıklıkları ve öncü çabaları oldu.
Nurcan Büyük ve Gülden Sönmez 28 Şubat darbesini bugünden hareketle çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tuttular. Yanı sıra Ak Parti hükümetinin “yüzleşme politikaları”nın bir parçası olan 28 Şubat darbecileri ile hesaplaşmasını artılarıyla eksikleriyle muhasebe ettiler.
Söyleşideki bir diğer önemli boyut da 28 Şubat döneminde üniversitelerdeki İslami mücadele ve dönemin öğrenci kuşağının niteliği ile bugünkü özgür ortamlarda yeni yeni filizlenen mücadele ve kuşaklar arasında yaptıkları kıyas ve değerlendirmeler oldu.
Söyleşimizi hacmi dolayısıyla ikiye ayırarak okurlarımıza sunmakta fayda bulduk. Söyleşinin 28 Şubat değerlendirmesi ve hükümetin yüzleşme politikalarının muhasebesiyle ilgili bölümü bugün yayına giriyoruz. Üniversitelerdeki durum ve kuşaklar arası kıyas ve değerlendirmeleri ise bir sonraki dizi de yayınlayacağız.
***
Gelinen noktadan hareketle baktığınızda 16. yılını dolduran 28 Şubat darbesi hakkında neler söylemek istersiniz?
28 Şubat çok acı bir tecrübeye sahip oldu diye düşünüyorum. Gerek Müslümanlar açısından, gerekse de darbeyi gerçekleştirenler açısından. “Yaşın yanında kuru da yanar.” Deyimi burada bir kez daha gerçeklik kazanmıştır. Bu süreçte tek tip insan üretildi maalesef. En bariz haliyle bir kere hukukun askıya alındığı bir dönemdi. Gerek yargısıyla, gerek eğitimiyle, hukukuyla her şeyin askıya alındığı bir dönemdi. Ve 16 yıl gibi bir süreç sonrasında belki yeni yeni hesaplaşılmaya başlandı.
İkincisi Müslümanlar açısından sorun olarak görülen din eğitimi, medreseler vb. birçok konuya halen dokunulmamış olması da bir vakıa. Sürecin sevindirici yönleri olmakla beraber hesap sorma adına açıkçası Müslümanlar için henüz kanaatimce daha bir süre devam edecek.
Hükümetin birçok alanda yüzleşme politikaları izlediği görülmektedir. Bu bağlamda askeri vesayeti savmak için başlayan Ergenekon, Balyoz süreci nihayet 28 Şubat’a da uzandı. Hükümetin 28 Şubat darbecileri ile hesaplaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
NURCAN BÜYÜK: Yeni yeni oluşan bu süreç birazcık olsun yüreğimize su serpiyor. Çünkü bin yıl da olsa süreceği söylenen bir darbenin 10 yıl sonra birden bire akamete uğraması, hesaplaşılmaya-yüzleşilmeye başlanması en azından Türkiye’nin geldiği nokta açısından ve adalet ve hukukun sadece birileri tarafından değil toplumun geneli tarafından özlenen bir talep olması açısından bugünkü durumun önemli olduğunu düşünüyorum.
Hükümetin 28 Şubat darbecileriyle hesaplaşma çabasını çıkış noktası açısından bir iyi niyet işareti olarak görüyorum. 28 Şubat’ın mağdurları bugünkü iktidarı oluşturan kesimler de oluyor aynı zamanda. Bu yönüyle ibret verici bir durum. Fakat bunun sadece bir rövanş olarak canını acıtma tarzında değil de toplumun genelinin aslında adaletsizliğe karşı bir tepkisi olarak düşünmek lazım. Çünkü toplumsal refleksler bazen bu tür durumlarda daha çok ortaya çıkıyor. Toplumun genelinin Ergenekon, Balyoz vb. meselelerde yüzleşmeye artık çok hazır olduğu, darbelerden ve darbecilerden hesap sorulması gerektiğine inandığı söylenebilir. Hükümetin bu noktada attığı adımlarla sürecin oturduğunu görüyoruz. O açıdan bu, sadece hükümetin bir talebi değildi; aslında halkın talebinin hükümette bir şekilde karşılık bulmasıydı. Belki 16 yıl beklenmemesi gerekiyordu, bu yüzleşme belki daha erken zamanlarda gerçekleşebilirdi. Ama 28 Şubat sürecinin, 27 Nisan örneğinde de görüldüğü gibi tekrarlanması durumları karşısında hükümetin belki bu süreci biraz daha kontrollü bir şekilde idare etmeye çalıştığını ve kendisine dönük tehditler yoğunlaşınca bizim açımızdan geç ama kendi açısından makul izahlarla süreci zaman içerisinde olgunlaştırmaya çalıştığı düşünülebilir.
Yeterli mi? Hayır, yeterli değil. Çünkü soruşturma hala devam ediyor; olayın ciddi bir medya, üniversiteler, yargı vs. tarafları var. Şu an görünen daha çok bizim açımızdan generaller ve muvazzaf askerlerle alakalı süreç ama sürecin diğer taraflarının da sivil uzantılarına varıncaya kadar yargılanmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü darbenin sadece askerle ilişkilendirilmesi mantığı da önemli olmakla birlikte yeterli bir mantık değil. Keza askeri vesayetin sivil kollarının da halen varlığını idame etmesi açısından önemli olduğunu ve onlarla da yüzleşilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özetle bu yüzleşme veya da hesaplaşma sürecinin 28 Şubat’ın yargı, üniversiteler, medya vs. alanlardaki aktörlerine de uzanması gerekiyor.
GÜLDEN SÖNMEZ: Gereklilik anlamında gerçekten hükümet cesurca adımlar attı, üzerine düşeni yaptı, yapmakta. Açıkçası şunu da biliyoruz; görmezden gelinip böyle bir hesaplaşma güdülmeden varolan durumu iyileştirmeye yönelik bir süreç de izlenebilirdi. Ama bu ciddi anlamda vicdan yaralanmasına yol açardı. Haksızlığın hesabının sorulmamış olması da adaletin yerini bulmaması anlamına geliyor. Bir taraftan hesap sorma, yüzleşmeye devam ediliyor olması; bir taraftan da henüz yeterli olmasa da bazı cesur çıkışların ve gerekli düzenlemelerin yapılıyor olması sevindirici.
Şunu da söyleyebiliriz: Birçok insan inancına göre yaşamak isteyenlerin hak ve özgürlükleri konusunda istenen noktada olmadığımızı düşünebilir ama yine de nereden nereye gelindiğine baktığımızda önemli ve cesur adımların atıldığını, en azından yargı açısından bakarak önemli mesafeler katedildiğini söyleyebiliriz. “Bu, hükümetlerin, iktidar olanların veya yargı mensuplarının yapması gereken bir şeydi.” deyip geçebiliriz de ama biliyoruz ki görevlerini yapması gerekenler tam tersine yasakları uyguluyorlardı. Biliyorsunuz MGK kararlarının birinci maddesi laiklik konusunda “Eğer yasal mevzuat yeterli değilse gerekirse yasa çıkararak bu sürecin katı bir şekilde uygulanması” kararını içeriyor. 28 Şubat rejiminin 18 maddesinin birinci maddesi buydu. Bu yönden baktığımızda böyle bir yüzleşme, hesaplaşma, hesap sorma, yargılama, darbelerin önünün etkili bir şekilde kesilmesi ve halk nezdinde de bunun karşılığını buluyor olması sevindirici.
Darbenin temel gerekçe ve sembolik göstergesi başörtüsü yasağı… Başörtüsü yasağı aşıldı mı? Hükümetin başörtüsü yasağı konusunda edindiği politika ve attığı adımları nasıl yorumluyorsunuz?
NURCAN BÜYÜK: Yasakla ilgili bazı yerlerde iyileşmeler yapıldı, kimi noktalarda rahatlama sağlandı. Önemli olmakla beraber ben bunu “aşma” olarak görmüyorum. Aşmak bir yana 28 Şubat’ın 16. yılında yani bugün bile yeni mağduriyetler yaşanabiliyor. Daha 28 Şubat 2013’te Eskişehir’de sözleşmeli bir öğretmenin işine başörtülü olduğu gerekçesiyle son verilebiliyorsa yasağın aşıldığından söz etmek mümkün değil. 28 Şubat’ın yıldönümünde, darbecilerin yargılanmaya başladığı bir süreçte yeni bir başörtüsü mağduru oldu maalesef. Bu nedenle başörtüsü yasağının veya 28 Şubat’ın aşıldığını söylemek çok erken bir yargı olacaktır. Ama bu yönde çabaların varlığından bahsedebiliriz.
Öte yandan yasak sadece hükümetin bir takım mevzuat değişiklikleriyle çözülemez. Ciddi anlamda anayasal düzeyde bir çalışma gerekiyor. Sadece üniversitelerde de değil; kamu kuruluşlarından ilkokula varıncaya kadar başörtüsünün her yerde serbest olması yönünde mücadele edilmesi lazım. Çünkü icraatta ayak bağı oluşturan 28 Şubat’ın uzantıları bitmeyecektir. İstanbul Barosu’nun başörtülü avukatlar hakkındaki kendi keyfi hukuksuzluğunu dayatma gibi örneklerini hala görebiliyoruz. Bir taraftan yönetmelikler, tüzükler değiştiriliyor ama bir yandan da keyfilikler sürüyor. O yüzden bunlara imkân vermeyecek şekilde bir hukuki düzenlemenin yapılması lazım. Ve bunun da belli yerlerle sınırlı olarak değil, her yeri ve alandaki insanları kapsayacak bir genişlikte olması gerekir. Özetle ilkokuldan başlayan ve kamunun tüm alanlarına yayılacak genişlikte özgürleşmeyi sağlayacak bir başörtüsü mücadelesi verildiği ve bununla alakalı hukuksal düzenlemeler yapıldığı zaman belki o vakit bu sürecin aşıldığı söylenebilir.
GÜLDEN SÖNMEZ: Birincisi; çok yetersiz. Yani yürütmeye düşen kısmı açısından söylüyorum. Yasama açısından biz zaten çok ciddi bir problem görmüyorduk. Mevcut anayasanın bile başörtülü kadınların hangi meslek ve alanda olursa olsun her türlü ortamda inanç özgürlüğünün gereği olarak her tarafta örtebilecekleri ve buna dair en ufak bir ayrımcılığa, farklı muameleye maruz bırakılmamaları gerektiğini başından beri savunuyorduk, hala da savunuyoruz. 1982 Anayasası bile bu hak ve özgürlüğü kullanmaya müsaitti.
Başörtüsü yasağı nasıl gerçekleşti? Fiilî bir durum ve de hukuka aykırı olarak gerçekleşti. Adı “yasak” ama bu yasağın herhangi bir yasal dayanağı yoktu. Kaldı ki Türkiye hukuk sistemine göre mevzuatlar hak ve özgürlükleri askıya alma yetkisine sahip değil.
Hal böyleyken aslında yürütme bugünkü Ak Parti iktidarı döneminde olduğu gibi o dönemde de birçok şey yapabilirken bu adımı gecikmeli olarak ancak mevcut hükümet atabildi. Tabii hükümet de kendi açısından problemlerin çözümüyle ilgili belirli aşamalar gözettiğini, belirli politikalar güderek bu süreci yürüttüğünü söylüyor ki herkes de bunun farkında. Ancak inanç özgürlüğü gibi temel meseleler tartışmaya açık meseleler değil. Ben bu açıdan Ak Parti’nin ilk defa hükümet olmaya başlama süreciyle birlikte değerlendirerek söylüyorum; çok geç adımlar atıldı. Atılan adımlar da yetersiz oldu. İlk başlarda halktan yeterince talep gelmediğini söylüyorlardı ama tam tersine halkın geniş bir kitle olarak bu talepte bulunduğunu söyleyebilirim. Hükümet daha kararlı adımlar atsaydı Kemalist zihniyete sahip zevat sorunlar çıkarmayacak mıydı? Elbette çıkaracaktı. Nitekim bugün de çıkarıyor. Dolayısıyla bugün atılan adımlar o gün atılmalıydı ve ayak sürçmeler karşısında da yine bugün olduğu gibi yargı devreye girmeliydi. Çözüm şekilleri konuşulurken hala da zikzakların, farklı yaklaşımların ve başörtüsünü sınırlandırmaya mebni tutumların varlığını görüyoruz. Gelinen noktada söylem düzeyinde başörtüsü yasağının saçmalığını dile getirenler arasında çözümüne ilişkin ciddi farklılıklar var.
Kararlı olunması için halktan daha nasıl bir güç bekleniyor; anlamak mümkün değil. Bir zamanlar “toplumsal mutabakat”tan bahsediliyordu. Eğer Kemalist düşünceye sahip olan yapılardan toplumsal mutabakat bekleniyorsa böyle bir mutabakat olmayacak. Böyle bir beklentiye gerek de yok. Haliyle birilerinin hak ve özgürlükleriyle ilgili -bunlar azınlık bir grup da olabilir- toplumsal mutabakat gözetmenin anlamı da yok. Bu ülkede başını örten bir kişi bile olsa o kişinin tüm alanlarda özgürce başını örtmesine yasal güvence sağlamak gerekiyor. Ki başörtüsü daha önde bir sembol olduğu için onun üzerinden bunu örneklendiriyoruz. Yoksa bu durum hak ve özgürlükler kapsamındaki diğer bütün semboller için de geçerlidir.
Soruşturmaya, Gülsüm alpay ve Semra Türkmen'in verdiği cevaplar için tıklayınız.