Artık hepimiz ucundan kenarından “yapay bir görüntüyü” gerçek zannettiğimizi hissetmeye başladık.
Bizim seksen yıllık cumhuriyet bir “sahtelikler” cumhuriyeti.
Mustafa Kemal, Selanik’te doğmuş, askerî okullarda nispeten “Batılı” bir eğitim almış, Sofya’da ataşelik yapmış, Almanya’yı görmüş genç bir generaldi cumhuriyeti kurduğunda.
Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı.
Birincisi “lider” olmak.
İkincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak.
Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar...
İlk amacına ulaştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılmaz lideri oldu.
Bir devletin liderliğini ele geçirmek zordur ama bunu yapabilecek yetenekleri vardı ve başardı.
İkincisi ise “zordan” daha zordu.
Yüzlerce yıllık gelenekleri yıkmak ve başka bir tarihin, başka bir mücadelenin, başka bir kültürün sonucu olan bir ülkeyi burada yeniden kurmak öyle bir “kişinin” kararıyla olacak iş değildi.
Onun hayalindeki ülke ne Osmanlı’nın bir mezbele halinde tuttuğu Anadolu’nun geleneklerine, ne de Müslümanlığın inançlarına uyuyordu.
Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu.
İstediği şeyin “iyi” olduğuna inanıyordu ve önerdiği “iyiliğin” kabul edilmemesine sinirleniyordu.
Zorla “şapka” giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi.
Ama bu iş “zorla” olacak bir iş değildi.
Onun hayal ettiği ülkeyle, yönettiği ülkenin gerçekleri birbirini tutmuyordu.
Bütün baskıya, gazetelerin bütün yayınlarına rağmen yönettiği insanlara “yabancı” biri olarak kaldı.
Birçok açıdan muhalefetle karşılaştı.
Müslümanlar, bu “Batılı” hayat tarzını reddediyorlardı ve emirle “Batılı” olmaya yanaşmıyorlardı.
Kürtler, kendilerine Kurtuluş Savaşı sırasında söz verilen “eşitliği” istiyorlardı.
Demokratlar, “diktatörlüğüne” karşı çıkıyorlardı.
Onu ürkütecek kadar gerçek kökleri olan direnişlerdi bunlar.
Sanırım hem ürktü hem öfkelendi.
Korkunç bir baskı uyguladı.
Kürt liderlerini astı, Müslümanları gazeteler vasıtasıyla “irticacılar” olarak ilan etti, demokratları Meclis’ten attı, solcuları hapse koydu.
Orduyla ve sivil bürokrasiyle bütün ülkeyi denetimi altına aldı.
Ve çok istediği Selanik’i, büyük şehirlerin yeni zenginleri ve bürokratlarla yarattı.
Artık “Atatürk” olan Mustafa Kemal’i memnun edecek göstermelik bir “Selanik” yaratıldı memleketin küçük bir parçasında.
Geride kalan kısımlar da, “yeni Selaniklilerin” esiri durumuna düştü.
İnsanlar kendi ülkelerinde bir söz hakkına sahip olamadılar.
Kürtler, Müslümanlar, demokratlar, solcular devletten dışlandılar.
Bu “Selanikleşme” hareketine “Atatürk ilke ve inkılâpları” adı takıldı ve bunlara uymayanlar “devlet düşmanı” ilan edildi.
Biz bugün hâlâ Türkiye’de “Selaniklilerle” Anadolulular mücadelesini yaşıyoruz.
Atatürkçüler, “bizim önerdiğimiz güzel ve iyi bir şey, neden buna karşı çıkılıyor” diyorlar.
Samimiler bunu söylerken.
Ama bunun zorla olamayacağını, emirle gerçekleşemeyeceğini, hayatın kendi doğal akışı içinde biçimlenmesi gerektiğini kavrayamıyorlar.
Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan Müslümanlar, Kürtler, demokratlar, solcular şimdi haklarını istiyorlar, “Selanikleşme” hayali uğruna yaşadıkları baskılardan kurtulmaya uğraşıyorlar.
Kürt açılımı, muhafazakârların zenginleşip örgütlenmeleri, demokratların seslerini yükseltmeleri, değişen koşulların sonucu olarak yaşanıyor.
Mustafa Kemal’in çok istediği o “güzel kokan memleketin” yaratılması şimdi artık mümkün gözüküyor ama bunu buranın halkı, kendi isteğiyle, artık böyle bir hayata hazır olduğu, zenginleştiği, dünyayla ilişkiler kurduğu için gerçekleştirecek.
İşin belki de en “şakacı” yanı ise şimdi buna “Atatürkçüler”in karşı çıkması.
Çünkü onlar hâlâ bunun “Müslümansız, Kürtsüz, demokratsız, solcusuz” olacağını sanıyorlar.
Atatürkçülere aslında bir müjde verebilirim, istediğiniz gerçekleşecek ama bunu halk kendine uygun biçimde yapacak.
Bırakın da yapsınlar.
TARAF