“Efendim, Ulu Önder Atatürk 'Ne Mutlu Türk Olana' dememiş, 'Ne Mutlu Türküm diyene' demiş, yani bu devlet Türk'ü zaten ırk olarak değil üst kimlik olarak vazetmiş, farklı etnik kimlikleri yok saymamış…”
Böyle argüman olmaz!
Cezaevindeki evlatlarını ziyaret eden ve onlarla iki kelam etmek için dünyaları vermeye hazır olan Kürt analarına -tek kelime Türkçe konuşamadıklarını bildikleri halde- “Türkçe konuşacaksınız!” diye buyuran ve ağızlarından tek bir Kürtçe kelime çıktığında hemen ağızlarının payını (!) veren zevat ile dağa taşa “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” yazan zevat aynı zevat değil mi?
O sözün 'aslında' ne anlama geldiğini DTP'lilerden önce mezkûr zevata anlatmak lazım!
Bu arada, o sözün 'asıl' manasının şu meşhır “asil kan” retoriğiyle nasıl bağdaştırılabileceği konusunda epey kafa yormak da lazım!
Kabul edelim ki, devletçe ve milletçe derin bir şizofreniden mustaribiz.
Bu şizofreniden kurtulmak için DTP'ye ihtiyacımız var.
DTP özgürce konuşabilmeli ve en ağır eleştirilerini serbestçe dile getirebilmeli ki, şöyle bir sarsılıp söylemlerimize/hallerimize/hareketlerimize çekidüzen vermek zorunda kalalım.
Tekrar ediyorum:
“Meşruiyet sorunu”yla boğuşup duran bir DTP'nin kimseye faydası olmaz; fakat, hiç tartışmasız meşru bir siyasi muhatap olarak kabul edilen bir DTP, mevcut söylemleriyle, Türkiye'nin selametine muazzam hizmetlerde bulunabilir.
“Ama bunlar Türkiye'yi bölmek istiyor. Leyla Zana açıkça federasyon talebinde bulunmadı mı? Günü gelince bağımsızlık da isteyecekler…”
Geçelim bunları.
“Demokratik tartışma ortamında Leyla Zana'lara da yer var” diyerek geçelim…
DTP yöneticileri, Leyla hanımın sözlerinin partiyi bağlamadığını söylemiyorlar mı?
Parti programlarında öyle bir hedefin zikredilmediğini ısrarla vurgulamıyorlar mı?
“Bizim federasyon gibi bir talebimiz yok” demiyorlar mı?
Tartışma bitmiştir!
Partilerin programlarını ve yöneticilerinin beyanlarını değil de onlara izafe ettiğimiz niyetleri esas alarak konuşmaya devam edersek, lafımızın varacağı yer hukuk devletinin sonudur!
DTP Eşbaşkanı Aysel Tuğluk'un Radikal gazetesinde yayınlanan şu satırlarını dikkatle okuyalım:
“Emperyalistlerin Kürtlere dayalı politikası Irak işgaliyle derinleşince, Sevr endişesi de haklı olarak Türkiye kamuoyunun gündemine geldi. Burada Kürtlerin gayet açık ve samimi olmaları gerekiyor. Kürt aydın ve siyasetçilerinin, şunu açıkça beyan etmeleri gerekiyor: Misak-ı Milli sınırları mutlak suretle korunarak, ülkede yaşanan sorunlara çözüm aranacaktır. Emperyalist müdahalelere güvenmeden ve de Türkiye'nin toprak bütünlüğünü hedef almadan, gerçeklik dışı olmayan açılımlarla çözüm arayışı içerisinde olunacaktır. / … / Kürt aydın ve siyasetçiler, etnik milliyetçilik temelinde yürütülen söylemlerden süratle kaçınmalı, bölünmeyi çağrıştıracak, çatışmayı körükleyecek ve eski korkuları anımsatacak fotoğraflarda yer almamaya özen göstermeliler. / Kan ve gözyaşı acıları büyütüyor. Şiddet ortamına hemen son verilir, harcanan enerji ülkenin birliğini korumak için yoğunlaştırılırsa, Türkiye'de yaşayan herkesin sosyal ve ekonomik refahı artacak, demokrasi alanında reformların önü açılacaktır. / Burada dikkat çekmesi ve üzerinde durulması gereken husus, Türklerin Kürtlerin nezdinde sömürgeci ve despot, Kürtlerinse Türklerin nezdinde bölücü ve barbar olarak görülmesinin, bu tüm sıfatları kendinde barındıran Batı emperyalizminin işi olduğudur. Bu bakış açılarında direnmek, Türkiye'yi bölünmeye, Kürtleri ise sömürülmeye götürecek esas neden olacaktır. Her iki toplum arasındaki mevcut karşılıklı duygudaşlık korunabilirse, geçmişte yaşanan acılar ve hatalar unutulup, silah yerine, kardeşliği pekiştirecek demokratik yaklaşımlar desteklenirse, sorunlar kısa zamanda çözüme kavuşturulabilecektir.”
Özeleştiride herkes Aysel Tuğluk kadar cesur ve komplekssiz olabilse… Bu değerli siyasetçimizin basireti ve feraseti siyasetin geneline hakim olsa… Devlet de en az DTP kadar olgunlaşma temayülü gösterse… Bir orta yol bulup kan ve gözyaşını durduramaz mıyız?
Kesinlikle durdurabiliriz!
Yeni Şafak