‘Büyük af’, ‘büyük barış’ı sağlar mı

Alper Görmüş

Geçen yazıda, başta Ergin Saygun ziyareti olmak üzere Başbakan Erdoğan’ın son dönemdeki bazı çıkışlarının ve tavırlarının, “büyük barış”ı hedefleyen “büyük bir af”fın peşrevleri olma ihtimali üzerinde durmuştum.

“Büyük af” derken de, “İmralı süreci”nin tamamına ermesi durumunda kaçınılmaz olarak gündeme gelecek bir KCK-PKK affının yaratacağı psiko-sosyal sorunları dengelemek üzere, onun paralelinde Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalardan yargılananların da affedilmesini kast ediyordum.

Ben bu ihtimali sadece hükümet politikası çerçevesinde speküle etmiştim, fakat bazı okurlar bunu benim önerdiğim ve arzuladığım bir şeymiş gibi algılamışlar.

Öncelikle bu algıyı düzelteyim...

Kaçınılmaz bir af, kaçınılmaz bir barış demek değildir!

Doğrusu, açılım süreci gelip “af” noktasına dayandığında, bunun “küçük (yarım) af” olarak sorunsuzca realize edilebileceğini düşünmüyorum. İşin bu kısmında, ilk yazıda ifade ettiğim noktadayım:

“Böyle bir ülkede, 30 yıldır bütün siyasi iktidarlarca ‘terörist’ sayılmış birileri affedilirken, kendilerini ‘30 yıl boyunca teröre karşı mücadele etmiş’ insanlar olarak sunan başka birilerinin cezaevinde tutulmaya devam edilmesi mümkün müdür?

“Böyle bir şey, halkın darbe heveslisi askerleri sosyal bir cürümün failleri olarak göreceği ‘normal’ bir demokrasinin bile psikolojisini bozabilir... Kaldı ki burası, ‘sivil toplum’unun bir bölümünün askerlerin ‘darbe hakkı’nı savunduğu bir ülke; varın gerisini siz düşünün...”

“Büyük af, büyük barış” denkleminin ilk parçası için böyle düşünmem, sanırım bazı okurları yanıltmış. Onlar buradan otomatik bir çıkarımla, benim böyle bir affın büyük bir “toplumsal barış”ın da yollarını döşeyeceğine dair bir düşünceye sahip olduğum sonucunu çıkarmışlar.

Hemen ve net bir cevap vereyim buna: Keşke öyle olabilseydi, fakat “büyük af”fın “büyük barış”ı sağlayacağına kesinlikle inanmıyorum. Hangi gerekçeyle? Murat Belge’nin 16 şubat tarihli “Büyük barış” başlıklı yazısında ifade ettiği gerekçeyle...

Murat Belge, yazısında, kısa bir “kamplaşmış ülke” turu attıktan; böyle bir ülkede “en geniş çerçevede” kendisinin de “büyük barış”tan yana olduğunu söyledikten sonra “ancak” diye ekliyor:

“‘Ancak’ı şu: savaşan taraflar (bunlar ‘AKP ve Kürtler’ ya da ‘AKP ve generaller’ vb. olabilir) ‘Barış’tan gerçekten barışı anlamalı. Yapılacak iş neyse, bunu öbür tarafı alt etmek üzere bir manevra olarak değil, uzlaşmak ve barışmak için atılacak geri dönülmez adım olarak yapmalı.”

“Barış” ama “bizim zaferimiz”den sonra

Birazdan, Belge’nin, mesela toplumun darbe davalarına karşı çıkan kesiminin “barışma”ya hiç de niyetli olmadığını göstermek üzere verdiği somut örneğe de geleceğiz...

Fakat ondan önce, Belge’nin “barış ve barışma”ya dair soyut düzeydeki kaygılarında ne kadar haklı olduğunu gösteren bir alıntıyı hatırlatmak istiyorum size.

“Hatırlatmak” diyorum, çünkü Tan Oral’ın, bizim toplumsal kültürümüzdeki “barış” algısının ne kadar sorunlu olduğunu son derece etkileyici bir biçimde ortaya seren cümlelerine bu köşede birkaç ay önce bir kez daha başvurmuştum...

Tan Oral’ın 1970’lerdeki “Soğuk Savaş”ın taraflarının (ABD ve Sovyetler Birliği) ve onların Türkiye’deki taraftarlarının sürekli tekrarladıkları “barış” çağrılarının “barış”la neden hiç alâkasının olmadığına dair cümleleri, Murat Belge’nin işaret ettiği anlamda günümüzde de aynen geçerli bence:

“Beni bir barış paneline çağırdılar. Orada öteden beri barışı savunan birçok eş, dost ve yazarı izlediğim zaman şunu fark ettim, aslında kimse barışı savunmuyordu, herkes zaferi savunuyordu. İstedikleri şey barış değil zaferdi. Herkesin istediği zafer. Yani zaferi kazanalım, ondan sonra dünya benim istediğim şekilde barış içinde devam edip gitsin.

“Bu barışçı bir bakış değil. Bu tam savaşçı bakış. O panelde şunu söyledim: ‘Barış düşmanla işbirliği yapmaktır...’ Tam vatan hainliğinin savunusunu yaptım sanki orada. Düşmanla işbirliği yapmanın, anlaşmanın adıdır barış. ‘Buna var mısınız, buna varsanız barışı savunalım’ dedim. (...) Barış budur, bu cesareti gösterebilmenin adıdır barış. Yani kavga ederiz, ben yenerim, ondan sonra sulh ve sükûn içinde benim egemenliğimde, benim istediğim bir dünyada yaşarız. Bu barış değil, bu savaşın tipik tanımı.” (Tan Oral Kitabı, Aydın Engin, İş Bankası Yayınları, 2006)

“Barış”a değil daha keskin bir kavgaya hazırlık

Geldik, Murat Belge’nin, Türkiye’de “büyük barış”ın koşullarının neden bulunmadığına dair verdiği pratik örneğe; yani Başbakan’ın Saygun’u ziyaretinin sonrasında ortaya çıkan tepkilere...

Belge, Saygun’la “aynı yolun yolcusu olan çevre”nin tepkisini gayet yerinde bir tesbitle “Niçin o adamı tekme tokat odadan dışarı almadınız” diye özetledikten sonra şunları yazıyor:

“Böyleyse, kısaca, Başbakan’ın uzlaşmaya gittiği kesim uzlaşmaya hazır değil. O zaman, sağlıklı bir anlaşma, uzlaşma olmaz; Türkiye’de ‘uzlaşma’ kelimesi ‘makbul’ değildir, çünkü ‘taviz verme’ olarak anlaşılır. Bir ‘el sıkışma’ olayını hâlen böyle görmekteysek, demek ki ‘barışma’ zamanı henüz gelmemiştir. Bu durumda, zamanı gelmemiş ve koşulları oluşmamış bir ‘barış projesi’ üstünde ısrar etmek de tehlikeli sonuçlar doğurabilir.”

Ben de aynı fikirdeyim, hatta biraz daha ötesine geçip, Belge’nin işaret ettiği kesimlerin yeni bir darbeyi de dışlamamak kaydıyla daha da keskin bir kavgaya hazırlandıklarını düşünüyorum.

Cuma günü bu düşüncemi temellendirmeye çalışacağım.

***

Muhasebe...

15 şubatta bu köşede yayımlanan “Büyük af, büyük barış” başlıklı yazıda, 2011’de sizinle gıyabınızda giriştiğim bir iddiayla ilgili olarak bugün bir “muhasebe” yapacağımı söylemiştim...

2011’de, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Ergenekon ve darbe davalarından “soğumakta” olduğu izleniminin gerçeği yansıtıyor olabileceğini, bunun da kamuoyunu “büyük af, büyük barış” (bu formülü o zaman aynen bu şekilde kullanmıştım) projesine hazırlama amacıyla bağlantılı olabileceğini öne sürmüştüm.

İddiam oydu ki, AK Parti, başta uzun tutukluluk süreleri olmak üzere davaların meşruiyetini gölgeleyen bir dizi problem karşısında “ipe un serme” tavrıyla davaların “sönümlendirilmesini” hedefliyor olabilir. Öyle ki, bu davalarda “af” ya da benzeri bir inisiyatif kullanmaya karar verdiğinde, ciddi bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşmasın.

2011’de bunu, Ahmet Altan’dan ödünç alarak “başkanlık hesapları”na bağlamıştım...

Bugün ise, Ergenekon ve darbe davalarında muhtemel bir affın, yalnız Başbakan Erdoğan’ın başkanlık hesaplarının bir parçası olarak değil; İmralı sürecinin sonunda kaçınılmaz olarak gündeme gelebilecek bir KCK-PKK affını dengelemek üzere (de) yedekte tutuluyor olabileceğini düşünüyorum.

Gelelim “muhasebe” faslına...

Katılır mısınız bilmem, şöyle diyorum:

Bugün geldiğimiz noktaya bakıp, daha 2011’de “büyük af, büyük barış” ihtimalinden söz etmiş olmak hiç de fena bir öngörü gibi görünmüyor.

Fakat şunu da teslim edeyim: Bugün dahi, Erdoğan’ın ve hükümetin “büyük af, büyük barış” şeklinde bir planının olduğuna dair kesin bir kanaat öne sürülemez.

Siz de bütün söylediklerimi “geçici kanaat” olarak kabul edin lütfen, ileride mahcup olmak istemem.

alpergormus@gmail.com

TARAF