HAKSÖZ HABER
Ahmet Taşgetiren ekonomi yönetiminde atılan adımların serencamını verirken lider merkezli siyaset tarzının sonuçlarını da özetlemiş oluyor. Güven ikliminin oluşmaması halinde ekonomiye dönük gelecek adına olumlu bir tablonun oluşmasının imkansızlığının da altını çiziyor.
Türkiye'de yaşanan ekonomik darboğazın hamasetten uzak bir şekilde analizinin yapıldığı ve sorumluların sorumluluklarını üstlenerek özür beyan ettiği bir işleyişin çok daha sağlıklı neticeler ortaya çıkartacağı herkesin malumu. Ancak siyaset sanki yemin etmişçesine izah verip özür beyan etmekten kaçınıyor. Durum ise ortada!
Ahmet Taşgetiren / KARAR
Bütün problem bakanlar da mı?
Prof. Dr. İzzet Özgenç sosyal medya hesabından “ağır ekonomik bunalım sebebiyle OLAĞANÜSTÜ HÂL ilânına toplum olarak hazırlıklı olmak gerektiğini” ifade edince herkes Özgenç’in geçmişte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hukuk danışmanı olduğundan hareketle iktidarın “olağanüstü hal” hazırlığı yaptığını düşündü.
Oysa epeyce bir süredir Özgenç iktidarın yakınında değildi, hatta yargı alanındaki uygulamalar sebebiyle ciddi itirazları olan bir insandı.
Nitekim Özgenç kısa sürede kamuoyundaki çalkantıyı gördü ve “bu açıklamaların, sadece ülkedeki ekonomik gidişatla ilgili olarak duyduğu endişeleri yansıttığını” söyledi, ardından da “kişileri gelecek endişesine soktuysam ve ülke ekonomisine zarar verdiysem milletimden özür dilerim” şeklinde açıklamada bulundu.
Olay ekonomik anlamda ülkenin nasıl bir anafor içinde seyrettiğinin tipik örneği. “Olağanüstü hal” kaygısı bile seslendiriliyor. “Güven”, “öngörülebilirlik” yaşanan iklimin aranan çıkış yolu.
Yeni Hazine ve Maliye Bakanı, medyaya ilk mülakatında adım başı “Bize güvenin, inanın” cümlelerini kuruyor.
Bu “Güven” çağrılarını duyanlar, sanıyorum, “İyi de sayın bakan siz siz misiniz?” sorusunu sormadan edemiyor. Yani “Bakanlar ne kadar belirleyici ki? Yerinizde ne kadar durabileceksiniz ki? Sizden önce gidenlerden ne farkınız var ki?” gibi sorular Türkiye’de yaşayan kimin aklından geçmez ki?
Yani herkes Türkiye’de en belirleyici iradenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olduğunu biliyor. Ekonomide ya da hukukta ya da başka bir alanda başarı varsa başarının problem varsa problemin oluşmasında tayin edici rolün Erdoğan’a ait olduğunu biliyor. Başat bir karakter Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de bu başatlığı zirveye tırmandıran bir çerçeve oluşturmuş durumda.
Bakanlara “Bakan’ım” diyor onlardan bahsederken iyelik (sahibiyet) ifadesiyle. Bakanlar da böyle bir rol ile görev üstlendiklerinin farkında. Cumhurbaşkanı da herhalde seçip getirdiği isimlerin o işi başarabileceği düşüncesiyle atama yapıyor.
Giden bir bakan “Damat” özelliğini de taşıyordu. Ona güvenilmiş olmalıydı. O bir gün “At izi it izine karıştı” dedi ve gitti. Belli ki Cumhurbaşkanı ondan habersiz birisini (Naci Ağbal) Merkez Bankası Başkanlığına getirmişti. Kimin yerine? “Laf dinlemiyor” diye görevden aldığı Murat Çetinkaya’nın yerine getirdiği Murat Uysal’ın yerine… Bir süre sonra Naci Ağbal götürüldü, Şahap Kavcıoğlu getirildi. Naci Ağbal yılların Ak Partilisi idi.
Bu arada Damat Bey’in yerine Lütfi Elvan getirildi, ama o da dayanamadı “Affını istedi”, gitti, Nurettin Nebati getirildi. Lütfi Elvan da yılların Ak Partilisi idi ve Cumhurbaşkanı, onun nasıl iş tuttuğunu, tutacağını bilmiyor olamazdı. Geldi, bir yılda eskidi ve gitti.
“Eskidi” yani Cumhurbaşkanı’nın bir yıl evvelki kodları değiştiği için uyum sağlayamadı.
Yeni Bakan Nebati, kamuoyu önüne çıkarken “Herkes bilsin” uyarısı ile ilan etme gereği duyuyor. “Liderimize bağlıyız. Tayyip Erdoğan’a rağmen asla bir şey yapmam! Bunu da net söylüyorum. Herkes bilsin.”
Bu bir tür “iman ikrarı.” Yani birileri “Bu bakan Beştepe kaynaklı kimi yanlışları düzeltir” gibi bir yorum yapmaya kalkmasın diye “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız”ı önden ilan ediyor.
Bu durumda insanlar Beştepe’de ekonominin en doğru şekilde yönetildiğine mi inanmalı yoksa sayın Bakan’ın bir şekilde Beştepe’yi ikna edeceğine ve ortaya doğru düzenlemeler çıkacağına mı?
Bakan daha baştan “….dışarıdan herhangi bir saldırı yok! Çok net olarak söylüyorum.” deyiverdi. Meğer “İçeride birkaç manipülatif, spekülatif işlem varmış da MB ona müdahale ediyormuş.” Hani daha üç-beş gün önce, Cumhurbaşkanı’nın ilanıyla “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” vermiyor muyduk? İç düşmanlara karşı mıydı o savaş? Yoksa o zaman saf kitleleri güdümlemek için propaganda tekniği gereği “dış düşman söylemi” işe yarıyordu, şimdi “iç düşman söylemi” mi?
Savruluşlar var savruluşlar. Sürüklenişler var. Dolar yükselmesin diye 128 milyar dolar satmışsınız, sonra “yeni bir değerlendirme” ile Dolar istediği kadar yükselsin diye ipin ucunu bırakmışsınız, sonra çok fazla yükseldi diye yeniden dolar satmaya başlamışsınız, sonra ne yapılacağını okuyabilmekten helak olmuş insanlar…
Bunların hangisi doğruydu ve kim sorumlu bu olan bitenden? En Tepe’ye bir şey olmasın diye bakanlar, MB başkanları, bürokratlar peş peşe kendilerini feda ediyorlar. İyi, anlaşıldı, lider için öyle bir feda oluş düzeninde yaşıyoruz.
İyi de memleketin başına gelene ne diyeceğiz? İzzet Özgenç bir “OHAL” sözü etti, çalkantıyı gördü ve erdemli davranıp, “kişileri gelecek endişesine soktuysam ve ülke ekonomisine zarar verdiysem milletimden özür dilerim” diye açıklama yaptı.
Şu an ülkede yaşanan kaygı, panik, savruluş, sürüklenişten dolayı özür beyan edecek birileri niye yok?
Cumhurbaşkanı’nın eski metin yazarı ve bir dönem Ak Parti milletvekili olan Aydın Ünal bir tweet attı. Sonu şöyle o tweetin:
“Tahribat sadece ekonomide değil, asırlar boyunca fedakar yüreklerin büyüttüğü dava, hareket, umut ağır yara aldı. Yazıklar olsun!” Aydın Ünal halen metin yazarı olsaydı ne yazardı acaba? Ya da bugünkü metin yazarları ne yazıyor?
Güven kaynağı: Patron işi batırmaz
Bu yazıyı Bakan Nebati’nin o ifadelerine değinmeden bitirirsem olmaz. Hani o “Sen”li “Ben”li cümlelerine. Diyor ya kendilerine “inanmayanlar”a yönelik olarak. “Onlara diyorum ki; “Sen maaş alıyorsun. En fazla neyini kaybedersin? Enflasyonun altında ezilirsin.” “Sen”li kısmı bu. “Maaşı ile geçinenler.” Bir de “Ben”li kısmı var. O da şöyle: “Ama ben bütün varlığımı kaybederim bu iş düzelmezse eğer. 1000 çalışanımız var. 1000 kişiyle beraber bütün varlığımı kaybederim. Ben babadan görme bir insanım. Babamın bana bıraktıklarını kaybederim.” Sonra da soruyor mülakat verdiği Sevilay Yılman’a: “Ben bunu göze alır mıyım Sevilay Hanım?”
Doğru göze almaz, en azından “Patron”un işi batırmayı göze alamayacağına güvenmek lazım . Sonunda siz neyinizi kaybedeceksiniz ki? Zincirlerinizden (pardon kıt kanaat geçindiğiniz maaşlarınızdan) başka kaybedecek bir şeyiniz yok ne de olsa!