Bursada Kemalist Devrimler Konuşuldu

Bursa'da, hanımlara yönelik seminerlerin bu ay düzenlenen programında 'Kemalist Devrimler' konusu işlendi.

Özgür-Der Bursa Şubesi’nin hanımlara yönelik olarak düzenlediği “Siyasi Tarih Okumaları” seminerlerinde bu “Kemalist Devrimler” konusu işlendi. Sunumunu Zehra Rençber’in yaptığı program dernek binasında gerçekleştirildi.

 Siyaset ve tarih literatürüne Kemalist devrim adı ile giren bu ibarenin onun üreticisi iddiasında olanlardan öteye bir anlam taşıdığını, evveliyatının son dönem Osmanlı aydınlarına uzandığına dikkat çekerek sözlerine giriş yapan Zehra Rençber;  geç dönem Osmanlıda aydın hareketinin en temel itici gücü biz neden bu haldeyiz ve gerçekleşmesi mukadder olan çöküş neden oluyor sorusuna hem cevap hem de alternatif arayışı üzerine kuruludur. Esasında bu soru salt aydınların cevabını aradıkları bir sorun değil, dönemin mevcut şartları içerisinde iddia sahibi olan her türlü oluşumun en temel sorusudur. Ancak iktidara gelme istidatları kuvvetli olduğu ve bunu elde etme kudretine eriştikleri için, dile getirilen söylem ve tedavi yönteminin asal sahipleri olarak bu aydın kadrosunu ön plana çıkmıştır. Osmanlının son demlerinde baş gösteren aydın hareketi duçar olunan hali değer yargılardan vücut bulan geleneğe ve onun temsilcilerine bağlamakta, alternatif olarak batı tipi bir toplumsal değişim ve dönüşümü önermekteydiler. bu teşhis ve devamında uğrunda çok çetin mücadeleye girişecekleri tedavi için, halka rağmen halk için bir savaşım hali gerçekleştirecekler ve nihayetinde paradigmal bir değişime neden olacaklardır. Bahse konu edeceğimiz Kemalist devrimler kendisinden menkul olmayı bizzat bu geleneğe yaslanmaktadır. Rahatlıkla diyebiliriz ki birazdan aktaracağımız dayatma ve değişimleri iktidar mekanizmasını ellerine geçirmeyi başaran Mustafa kemal ve arkadaşları değil de ittihatçı kadrolar olsa idi aynısı yapacaklardı. Zira bu tespitimizin en büyük karinesi ittihatçıların gerek oluşum gerekse de iktidar döneminde ortaya koydukları üretimlerdir diyerek Kemalist paradigmanın kendisini konumlandırdığı zemine dikkat çekerek şunları kaydetti;

Devrimlerin nasıl ve ne sebeple Türkiye’de yer bulduğuna dair yargılara değinerek konuşmasına başlayan Zehra Rençber şunları söyledi: “Devrimler Osmanlı’nın son dönem aydınlarına dayanır. O dönem Batı’da eğitim görmüş Jöntürkler gidişattan rahatsız olmakta ve kurtuluşu aydınlanmış(!) Batı’da görmektedirler. Cumhuriyet dönemi devrimlerinde tüm faaliyetlerin amacı “laiklik” olgusuna dayanarak İslam’ı ve onun hayat bulduğu ortamları ortadan kaldırmakken, son dönem Osmanlı aydınlarında dine dair bu kadar keskin çıkışlar yoktur. Millet iradesine değiniş vardır fakat laikliğin düşünsel ve yaşamsal boyutu zihinlerinde henüz tam anlamıyla yer bulmamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra bu fikirlerin geliştirilmiş versiyonu halka yaşam şekillerini değiştirme şeklinde sunulmuş ve bir patlama etkisi yaratmıştır. Bu fikirlerin çıkış noktasını şu çerçevede belirleyebiliriz. Devrime ön ayak olan insanlar Osmanlı’nın çöküşüne dinin sebep olduğunu ifade ediyorlardı. Bu konuda çok fazla yanılmış sayılmazlardı çünkü “din kisvesi” altında yapılan şeyler olumlu manzaralar ortaya çıkarmıyordu. Dini kurumları ve insanların dinle yaşamasını toplumların çocukluk evresi olarak gören “pozitivist” düşünceyi inkılapların düşünce temeline yerleştirdiler. Bu düşünceye göre bahsedilen çocukluk evresini kemale erdirme, merkeze aklı ve bilimi aldığında gerçekleşebilirdi. Ve bunu sağlayacak olan da “baba” konumunda olan “pozitivist” aydın entellektüellerdi. Amaçları batılı olmaktı çünkü batılı olmak medeniyete dahil olmanın somut göstergesiydi. Geleneksel toplumdan, modern-medeni topluma dönüşümün çerçevesini belirleyen de laiklikti ve bu anlayış ekseninde içten hukuksal olarak, dıştan şekilsel olarak toplumda travma etkisi yaratacak adımları atmaya başladılar.”

 HİLAFETİN KALDIRILMASI

Toplumun değer yargılarını temelden değiştirmek sureti ile iktidarını pekiştiren bir kadronun kendisine en önemli rakip olarak “hilafet makamını” gördüğünü kaydeden Zehra Rençber; sanıldığının aksine hilafetin o  dönem için  atıl kalmış ve sembolik düzeyde bir makam olmanın çok ötesindedir. Müslüman halkları birleştirme potansiyelini uhdesinde barındıran bir özelliğe sahip olduğu gibi, batılı emperyalistlerin kendileri için rakip gördükleri, dolayısı ile onu ilga edebilecek bir iktidar ile her türlü uzlaşı ve dayanışmayı sergileyeceklerini ifade ederek şunları aktardı;

 “Hilafet makamının işlevselliğine dair sorunlar olsa da; Halifelik dinsel otoritenin göstergesiydi. Tam anlamıyla olmasa da Müslümanları birleştirici bir unsuru vardı. Ayrıca yeni kurulmuş olan otoritenin siyasal rakibiydi. “Dinsel bir otoritenin” bu şekilde konumlanması “cumhuriyetçileri” rahatsız ediyordu. Aralarındaki hukuku düzenleyecek hiçbir kural ve gelenek yoktu. Cumhuriyetçiler bu kurumun tasfiye edilmesi gerektiğini düşünüyor fakat yöntem konusundaki belirsizlik onları beklemeye sevk ediyordu. Lozan’daki seçimden ötürü İsmet Paşa ile aralarında çekişme bulunan Rauf Bey’in Halife Abdulmecid’i ziyareti üzerine, İsmet Paşa’nın bunu bir önerge ile ifade etmesi, yurt dışında halifeliğin “birleştirici unsur” olarak korunması gerektiğine dair mektupların basına yansıması; M. Kemal ve İsmet Paşa’nın güçlenmekte olan muhalefete karşı harekete geçmesine sebep oldu. Mektubun basına yansımasının akabinde İsmet Paşa harekete geçti ve yapılan gizli görüşmeler sonucu İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına karar verildi. Mektubu yayınlayan gazetelerin baş yazarları tutuklandılar ve bir süre sonra serbest bırakıldılar. 8 Aralık’ta kurulan mahkemeler, muhalif basına gözdağı verdikten sonra 30 Ocak 1924’te kapandı. Yapılan bir takım düzenlemelerden sonra 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırıldı. Aynı gece Halife Abdulmecid ve hanedan üyeleri yurtdışına çıkarıldı.

 HALK FIRKASI

 Birbirleri ile yapısal anlamda zıt konumlarda olan ancak ülkenin içinde bulunduğu durumdan ötürü ortak paydada buluşabilen bir çok gurup, cumhuriyet ile birlikte elemine edilerek, tek parti fırkasının temelini oluşturmak için feda edilen bir malzeme ye dönüşmüştür diyen Rençber; birinci meclis içerisinde birinci grup adı ile anılan oluşumun meydana gelişine baktığımızda, türlü kulisler ve entrikalar sonucunda tek adamlığa giden yolu açmaya yönelik olduğu görülür. Bunun farkında olan ve karşı çıkanlar ise, resmi tarih tezine göre gerici ve yobaz şeklinde nitelendirilerek ikinci grup şeklinde anıldığına dikkat çekerek halk fırkasının kuruluş aşamasını şu sözler ile anlattı;

Askeri zafer Mustafa Kemal’in siyasi prestijini olağanüstü derecede arttırmıştı. Milli mücadele zamanında TBMM’de kurulmuş olan Müdafa-i Hukuk Grubu’nun önderi konumundaydı. Bu grup seçimlerde zaman zaman azınlıkta kalmakla birlikte genellikle siyasi girişimi elinde bulunduruyor ve gelişmelere yön verebiliyordu. Ama bir anlamda muhalefet grubu işlevi yürüten 2. Grup da önemli güce sahipti. Bu aşamada meclis içindeki siyasi tartışmalar yoğunlaşmıştı. Muhalefet grubu yönetici kadro için hayli sivrilmiş bir ‘tek adam’ın iktidarı bütünüyle kendi elinde toplanmasından ve bunun sonucunda da ‘kişisel bir yönetim’ kurulmasından çekiniyordu. Muhalefet, M. Kemal’in fırsatını bulduğunda uygulamaktan kaçınmayacağı siyasi ve sosyal görüşlerini sezerek bu tür bir gelişmeye karşı çıkmaya karar vermişlerdi. 2. Grup ‘milli hakimiyet’ ilkesiyle ‘tek adam’ yönetimine karşı olduğunu vurguluyordu. Muhalefet grubunun milletvekillerine yönelik yasa teklifi (5 yıl süreyle bir seçim bölgesinde oturmamış kişinin milletvekili seçilmesi mümkün olmayacaktı) M. Kemal tarafından kesin bir dille reddedildi. Ve akabinde M. Kemal ‘Halk Fırkası’ adında yeni bir parti kuracağını açıkladı. 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası resmen kuruldu ve genel başkanlığına M.Kemal seçildi. Yeni kurulan partinin henüz bir programı yoktu. Ancak kabul edilen nizamnamenin ‘umumi esaslar’ kısmında partinin amaçları belirtiliyordu. Buna göre Halk fırkası, ulusal egemenliğin halk tarafından ve halk için uygulanmasına yol gösterecek, Türkiye’yi çağdaşlaştıracak ve hukuk devletini egemen kılacaktı. Parti ‘halk’ tanımını herhangi bir sınıfa mal etmiyor, sınıflar üstü bir halk tanımını benimsediklerini ifade ediyordu zira eylemler bunun sadece sözde kaldığının göstergesiydi.

 TERAKKİ PERVER CUMHURİYET FIRKASI

Mustafa kemalin tek adamlığa giden yolu açmak için siyaseten her türlü yönteme başvurduğunu fark eden ünlü paşaların oluşturduğu siyasi teşekkülün akıbetinin de diğer bir çok hareket gibi sindirildiğini ifade enden Rençber şunları aktardı,

 Siyasal otoritenin tek merkezi olan TBMM’de üyelerin hemen hemen tamamı HF üyesi olsalar bile, bu, henüz meclisin ve partinin türdeş bir siyasal topluluk olduğunu göstermiyordu. Aralarında önemli anlaşmazlıklar vardı ve o tarihte HF Meclis Grubu ile TBMM, hükümeti kayıtsız şartsız destekleyen birer organ değildiler ama tam aksine birçok kez hükümetten gelen önerileri reddeden birer organdılar. Meclis’in ilk aşamalarında varolan muhalif 2. Grubun bir nevi uzantısı olan kişiler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Bunun üzerine hükümet başkanı olan İsmet Paşa’nın sıkıyönetim talebine C.H.F. Meclis Grubunun reddi, İsmet Paşa’nın istifasına sebep oldu. Böylece muhalefet partisi ile birlikte bir siyasal bunalım da ortaya çıkmış oldu. İsmet Paşa’nın yerine ondan çok daha liberal bir adam olan Fethi Bey yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi ve bu da muhalif partinin önemli siyasal başarısı olarak değerlendirildi. İlerleyen zamanlarda Şeyh Said ayaklanması oldu ve meclis içindeki otoriter grup ayaklanmanın müsebbibi olarak, ılımlı politikaları sebebiyle Fethi Bey hükümetini ve muhalif partiyi –ki Doğu’da hiçbir şubesi yokken- hedefe aldı. Muhalefet partisinin programında yer alan partinin dine saygılı olacağı hükmü gericilik olarak yorumlanmıştı. Oysa bu sırada 1924 Anayasası’nda devletin resmi dininin İslam olduğu ifade ediliyordu. Bu gerekçelerden ötürü ayaklanma ve muhalif parti arasında ilişki kuruldu ve ılımlı politikaları sebebiyle Fethi Bey CHF Meclis Grubunda güvensizlik oyu olarak istifa etti. Hükümeti tasfiye ettikten sonra, Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemelerinin verdiği güçle Muhalif Parti de kapatıldı. Sonuç olarak Şeyh Sait ayaklanması tek parti diktatörlüğünün kurulması sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. Ülkede yeni başlamış olan çok partili hayat daha doğum anında sona erdi ve Takrir-i Sükun kanunu ile hükümet tüm ülkede otoriter bir yönetim kurmayı başardı. Bundan sonraki dönemde gerek Mecliste ve gerekse meclis dışındaki muhalefet geçmişe oranla pek cılız kaldı ve serbest tartışma ve eleştirme olanağı büyük ölçüde ortadan kalktı.

 İZMİR SUİKASTİ

Lazistan mebusu ziya Hurşit’in suikast planını, lağvedilen terakki perver teşekkülünün üyelerini cezalandırmak ve bu yolla oluşacak muhtemel bir muhalefete gözdağı vermek amacı ile iktidar tarafından bir fırsata çevrildiğini ifade eden Rençber, İzmir suikastı adli bir vakıanın acımasız bir silaha dönüşmesinin çarpıcı vesikasıdır diyerek şunları kaydetti;

 M. Kemal’e 1926 yılının Haziran ayında İzmir’de suikast yapılacağı yolunda tarihte anılan ancak bugün hala tartışılan bu tertibatın arka planının aslında bu olmadığı yönünde ön bilgi vererek konuşmasına başlayan Rençber konuşmasını şöyle sürdürdü: Muhaliflere çeşitli gerekçelerle yaptırımlar uygulandı. İzmir suikastı davasının sonuçları çok önemlidir: Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra hükümet her ne kadar muhalif basın organlarını ve kuruluşları yasaklamış ve kapatmışsa da, muhalefet dağınık bir biçimde olsa da varlığını sürdürüyordu. İzmir suikastı davası sebebiyle İstiklal mahkemeleri kanalı ile, mecliste Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan arta kalan milletvekili grubuyla, meclis içinde ve dışında toparlanmaya çalışan eski İttihatçı kadrolar tasfiye edildiler. Bu arada Milli Mücadele’nin önder kadrosu içindeki parçalanma da son aşamasına erişmiş ve M. Kemal’in yanında kalan grup, diğer grubu yargılama noktasına kadar gelmişti. Davanın sonucunda M. Kemal’in iktidarına karşı geriye kalan cılız nitelikteki son muhalefet de siyaset sahnesinden tamamen silindi. T.C. Takrir-i Sükun Kanunu ile girdiği süreci İzmir suikastı davasıyla tamamladı. Bu tarihten itibaren ülkede açık bir muhalefet kalmadı ve Mahmut Goloğlu’nun deyimiyle ‘Tek Partili Cumhuriyet’ kurulmuş oldu.

 TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU

Takriri sukun kanunu; Siyasi arenada elde edilen bulunmaz fırsatların korunması ve oluşan ayrıcalıklı durumun devamını sağlamak için oluşturulan bir kanun olduğu gibi, bu yolla daha önce sadece meclis ve bağlantılılarını kapsayan  sindirme operasyonu, içine basın yayın ve diğer unsurları da dahil ederek geniş bir alana yayılmasını sağlamıştır diyerek sözlerini şöyle sürdürdü;

 İstiklal mahkemelerinin keyfi yargılamalarının önünü açan 4 mart 1925 tarihli takriri sükun kanunu Anadolu’yu deyim yerindeyse zapt rapt altına almanın imkanını da kurucu kadrolara sunmuştu. Şeyh said’in kıyamı bahane edilerek ihdas edilen kanun istiklal mahkemelerine oldukça geniş yetikler tanıyordu. Bir nevi olağan üstü hal rejimi ilan edilerek ülkenin her yanında hükümete ezici bir kudret veren yetkilerin kanunlaşması istenmiştir. Bu kanun 1924 anayasası ile tanınan kişi haklarının askıya alınmasını son derece esnetilebilir bir hükümet yorumuna muhtaç bıraktığı gibi meclisi de bir denetim mekanizması olarak tamamen devre dışına itiyor ve adeta harp esnasında çalıştırılan istiklal mahkemelerini hatırlatır bir tarzda hükümetin beğenmediği her türlü eylemi bastırma konusunda ona hızlı kesin ve kapsayıcı yetkiler tanıyordu. Kanuna göre irticaya isyana ülkenin sosyal düzenini istikrarını emniyetini tehdit etmeye yönelik her türlü örgütlenme kışkırtma özendir ve bu gayelere hizmet eder mahiyetteki yayını önleme konusunda hükümet, reisi cumhurunda onayını alarak yetiklerini kullanabilecek ve zanlıları istiklal mahkemesine sevk edebilecektir.

ŞEYH SAİD KIYAMI

Kemalist kadroların devrimleri oluşturmada yakıt ikmali olarak kullandıkları  önemli hususlardan birisinin de şeyh Sait kıyamı olduğunu belirten Rençber, Tamamen fıtri ve İslami olan bu itiraz erken doğum ve disiplinsizliklerden ötürü olumsuz yargılara sebebiyet verse de Müslümanlar olarak bizim bilmemiz gereken en önemli şey bu ayaklanmaya İslam,i ve dolayısıyla insani değerlerin sebebiyet verdiği gerçeğidir diyerek şunları aktardı;

Şeyh Muhammed said Mustafa kemale bağlı şark istiklal mahkemeleri tarafından 29 Haziran 1925 de diyarbakırda batıcı devrimlere karşı çıktığı ve İslami yönetim istediği için 47 arkadaşıyla birlikte idam edilmiştir. Birinci dünya savaşı yorgunu bir ümmet batılı bir Türk ulusu yaratmayı amaçlayan kadroların tepeden inmeci devrimleriyle karşılaşacak, baskılar sürgünler katliamlar ve idamlarla sindirileceklerdir. Müslümanların dinini alfabesini ve örfünü kaldırmayı amaçlayan bir avuç Türkçü batıcı kadroya karşı çıkanlar orantısızı ve insafsız bir güç kullanımıyla ezildi ve büyük ölçüde sindirildiler. Bunlardan birisi de muhalif dava erlerinden şeyh said dir. İslami duyarlılığını Nakşibendi tarikatı ve hilafet makamı gibi olgularla diri tutmaya çalışan biridir. Daha öncede değindiğimiz üzere hilafet makamı 22 Müslüman kavme dayalı Osmanlı İslam toplumu bir arada tutan birleştirici bir bağ özelliğine sahiptir. Şey Sait in cumhuriyetin gidişatıyla ilgili umutsuzluğu en çokta 1924 yılında ilgasına karar verilen hilafet ile ortaya çıkmıştır. Ayrıca cumhuriyetin kurucularından birçoğunun İslami adaba uymayan tavırlarından sonra harekete geçme düşüncesi birçok Müslüman gibi onu da meşgul etmiştir. İslami sorumluluğu doğrultusunda tepki vermeye İslami çözümleri ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Buna binaen bölgenin ileri gelen ve dini hassasiyeti ile ön planda olan nüfuzlu kişileri ile neler yapılabileceği üzerinde istişareler gerçekleştirmiştir. Ancak sekiz şubat günü kardeşinin de ikamet ettiği piran köyünde gerçekleşen bir hadise ile olay patlak verir ve bir halk ayaklanmasına dönüşür. İlerleyen süreçte herhangi bir askeri birlik ve eğitimden yoksun bir şekilde tamamen kontrolsüz gelişen bir ayaklanma zaman içerisinde nüfuzlu kişilerinde desteklerini geri çekmesi ve hükümet ile uzlaşması sonucunda gerçekleştirilen ihanetlerle başarısızlıkla sonuçlanır. 15 nisan 1925 te yakalanır ve hükümet güçlerince derdest edilir. Tamamen fıtri ve İslami olan bu itiraz erken doğum ve disiplinsizliklerden ötürü olumsuz yargılara sebebiyet verse de Müslümanlar olarak bizim bilmemiz gereken en önemli şey bu ayaklanmaya İslami ve dolayısıyla insani değerlerin sebebiyet verdiği gerçeğidir. Mete Tuncay’ın tespitlerine göre Mustafa kemal bu kalkışmayı dış güçlere karşı dinci, şeraitçi gerici bir isyan olarak tanıtırken iç kamuoyuna karşıda İngiliz kışkırtmasıyla başlayan Kürtçü bölücü bir hareket olarak takdim etmeye çalışmıştır. Ancak bu son iddianın elle tutulabilir hiçbir delili yoktur. Bu olaylar sonucunda istiklal mahkemeleri şark ve batı olmak üzere 2 alanda çalışmak üzere yeniden kurulacaktır ve değerleri uğruna muhalif olmayı göze alanları amansız bir sindirmeye tabi tutacaktır.

İSTİKLAL MAHKEMELERİ

İlk dönem istiklal mahkemelerinin savaştan firar eden askerleri ve adi suç vakaları önlemeye dönük işlevleri olduğunu 2. Dönem istiklal mahkemelerinin ise muhalifleri sindirme ve tavsiye işlevine sahip olduğunu eldeki belge ve arşiv ve hatıratlardan bilindiğini belirten Rençber, bu mahkemelerde hukukun değil militarizmin hâkim olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü;

Bu mahkeme üyelerinin nüfuz ve otoriteleri hükümetten daha fazla idi. Örneğin mahkeme ismet İnönü’nün İzmir suikastı davasında yargılanan kazım Karabekir serbest bırakılması talebini kendi yetkilerine açık bir tecavüz olarak değerlendirecek ve hatta İnönü nün tutuklanması için Ankara polisine emir bile verecektir. Kriz Mustafa kemalin devreye girmesiyle ve İnönü nün özür dilemesiyle son bulacaktır. Hukuk mantığının değil ittihatçı ihtilalcı ve militarist hakim olduğu mahkemelerin verdiği kararların Kemalist vicdanları bile ikna edemediğini aybarsın şu ifadelerinde bulmak mümkündür: mahkemeler vicdani kanaatlerine göre karar verme yetkisine sahip olup bunların delil aramasına gerek yoktu ve yine istiklal mahkemelerinin işlevlerini hatırlatan önemli bir cümle olarak : sanığın idam edilmesine ve bilahare dinlemesine. Karar verilmiştir sözleri oldukça çarpıcıdır. İstiklal mahkemelerinin işte böyle acımasız bir tutumu vardı. Şeyh Sait ve arkadaşları bu mahkemelerde yargılanmış ve idam edilmiştir. Şehidin idam edilmeden önceki son sözü gerek mahkemenin mahiyeti gerekse de onun amiri hükmündeki iktidarın iç yüzünü ortaya koymaktadır. : eğer Allah için din için kavga vermişsem basit dallarda asılmaktan asla perva etmem: . Şunu da ifade etmeliyiz ki bu ayaklanma bastırılırken kolluk kuvvetleri acımasızca davranmışlar ve yunan harbinde ya da diğer bir ifadeyle milli mücadele döneminde öldürülen insanlardan çok daha fazlası bu süreçte öldürülmüştür. 206 köy yakılmış 8752 ev yıkılmış. Yüz binlerce insan yerlerinden göç ettirilmiştir ve on binlercesi de bu göç yolunda hastalıktan ölmüştür

HARF İNKILÂBI

Kemalist politikalar içerisinde yıkıcı özelliği en çok olan devrimlerden birinin de harf inkılâbı olduğunu söyleyen r Rençber;  Müslümanların ortak beslendikleri havzanın amansızca kurutulduğunu, nesiller arası bağın tek seferde kopartılarak, büyük ve değerli bir mirasın kelepir muamelesi görerek, israf edildiğini, buna alternatif olarak üretilenlerin ise sunii olmanın ötesine geçemediğine dikkat çekerek şunları kaydetti;

84 yıl önce Arap elif bası yasaklandı Latin alfabesine dayanan yeni Türk harfleri kabul edildi. Harf inkılâbını gerçekleştirenler bunu çeşitli gerekçelere dayandırdılar. ,ilk olarak Latin harflerini n Türkçeye daha uygun olduğunu iddia ettiler oysaki her dil farklı seslere sahiptir. İnkılâpçı mantıktan gidersek her dile uygun alfabe geliştirmemiz gerekir. Alfabe dediğimiz suni bir şeydir dil ise tabiidir. Her dilin alfabeyle sorunları var ve mükemmel alfabe yoktur. Uyumsuzluklar ıslahatla halledilmeye çalışılır. İkinci olarak Arap harflerinin zor olduğu ve okuma yazmanın kolay öğrenilmediği iddia edilmiştir. Hâlbuki kolaylığın ilerlemeyle bir ilgisi yoktur. Eğer ortada bir zorluk varsa yine en fazla ıslah edip ona göre bir öğretim sistemi tatbik edilebilir. Japonlar veya Latin harflerini kullanmayıp, Avrupa ülkesinden fazla sanayileşmiş olan ülküler pekâlâ mevcuttur. Ya da Müslümanlar Arap alfabesiyle dünyanın en görkemli medeniyetlerinden birisini inşa ederken, Avrupa karanlık çağda yaşıyordu. Üçüncü olarak muhasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak için yapılanlardan biride harp inkılâbıydı buda mantık dışı bir gerekçedir. Zira öyle olsaydı yarın Çin muasırı medeniyet seviyesini oluşturdu diyelim bu durumda ona yetişmek için Avrupa veya ABD Çin alfabesini mi benimseyecektir. Ayrıca öz Türkçeyi geliştirmek adına uyduruk bir dil inşasına girişilmiştir. Dil devriminden beri bu dil olabildiğince fakirleştirilmiştir bil hassa Arapça ve Farsçanın soyut kavramları ifade zenginliği ve metinleşme çeşitleri tabiri caizse yok edilmiştir.

ŞAPKA İNKILÂBI

Şapka ve kılık kıyafetteki devrimler, Değer yargılarının ve toplumsal aidiyetin kökünden koparılışının en tipik örneğidir. Buna muhalefet edenler devletin demir yumruğu ile yüzleşmiş, direnenler onun altında ezilmeye mahkum bırakılmıştır. Sembolik anlamda yapılan tahrifatlar aynı zamanda yeni bir “asri” muhtevanın oluşmasına da zemin hazırlamak için yapılmıştır diyen Zehra Rençber, şapka devrimi hakkında şunları kaydetti;

Kan ile yapılan inkılâplar daha muhkem olur. Kansız inkılâp ebedileştirilemez. Mustafa kemal sözünün eri çıkmış ve inkılâplar uğruna onca kanı akıtmaktan geri durmamıştır. Şapka inkılâbı özelde bu sözün tecelli ettiği inkılâplardandır ve bu direnişin temsilcisi İskilipli atıf hocadır. Islama ait değerlerin tasfiye edilmesinde şapkanın önemli bir yeri vardır. Anadolu toplumlarının giysileri onların yeni kimliklerini ve gösterir. Atıf hocanın risalesinde belirttiği üzere ( Fransız mukallitiyi kitabi ) bütün toplulukların baş kisveleri onların inançlarına delalet eder. Yahudi Hıristiyan Müslüman ve Mecusilerin baş kisveleri hep farklı farklıdır. Şapkalar ve serpuşlar ne kadar muhtelif şekillere ayrılırsa ayrılsın hepsi Avrupalı asırdan türemiş ve o ruhu taşırlar. O halde şapka din ve topluluk alameti olduğu için onu giyen kimse ben bu topluluktanım diye ikrarda bulunmuş olur. Şapkanın batı düşüncesini yansıtmasının yanı sıra Müslümanları gayrimüslimlerden ayıran dini sembolleri ortadan kaldırıp toplumu tek tipleştirmekteydi. Başörtüsü gibi sembolik bir anlamı vardı. Gidişattan rahatsız olan atıf hoca ve İslamcı müderrislerin hedefi kuran ve sünnet vurgusu üzerinden İslam’ın üstünlüğünü yeniden tesis etmek diğer taraftan laik ve milliyetçi çevrelerin siyaset ve toplumsal yaşam üzerinden giderek büyüyen hâkimiyet ve etkilerine karşı durabilmekti. Böylesine güzel bir duruşa sahip olan atıf hoca şapka devrimden 18 ay önce yazdığı kitabından dolayı yargılanacak ve idam edilecektir. Atıf hoca ve benzeri birçok öncü şahsiyet değer yargılarına kast eden bu hukuksuz müdahale karşısında direnmiş ve bunun bedelini canıyla ödemiştir. Görüldüğü üzere Medineleşme ve modernleşme adına binlerce insanın zalimce katledilmesi sistemin yada diğer bir ifadeyle gerçekleşen devrimlerin varlık sebebi olmuştur. Bugün modernleşme adına inanç kültür ve değerlerinden uzaklaştırılan çok büyük bir kitle hala bu kopuşun sancısını çekmektedirler.

Zehra Rençber Bugün gerek toplum gerek siyaset veyahut bunların çerçevesinde var olabilen diğer faktörlerde gördüğümüz çözülme ve sekülerleşmenin temelinde böylesi haksız  ve hukuksuz bir müdahale yatmaktadır. Kemalist paradigma kendi varlığını bu coğrafyada ki insanların değer yargılarını tahrif ve tahkir üzerine kurmuştur. Eğer yeniden bir toplumsal ıslah ve değerlerin ihyasından bahsedecek ve böylesi bir beklenti içerisine gireceksek, söylem ve eylemlerimizin hangi paradigmadan beslendiğine dikkat kesilmemiz gerekir diyerek sözlerini sonlandırdı.

Haksöz Haber - Ayşegül ÖZKAN

Etkinlik-Eylem Haberleri

"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi
Üniversiteli Müslümanlar sabah namazında Fatih Camii’nde buluştu