"Toplumsal merkez" karşısında kendini modernleştirme misyonu ve kanuni ayrıcalıklarla donatmış bulunan "idari/bürokratik merkez" şimdiki zamanda ve bir anda ortaya çıkmış değildir. Derin tarihî kökleri vardır. Dikkatli bir biçimde takip edildiğinde bizdeki yönetim ve siyaset üzerinde blokaj kurmuş bulunan bürokratik merkezin Fatih'e kadar uzandığı görülür.
İstanbul'un fethiyle devleti yeniden yapılandıran Fatih'ten Tanzimat'a kadar -aradaki bir dizi helezonik iniş çıkışlar ve bu sırada yapılan değişikliklere rağmen- ana hatları itibarıyla yönetimin ve dolayısıyla yönetimi elinde bulunduran küçük zümrenin halkı "teb'a veya reaya" gördüğü söylenebilir. "Teb'a ve reaya" sözcüklerinin Kur'an ve hadis kaynaklarında kullanılış biçimi ile Osmanlı'nın bunlara yüklediği anlam farklıdır. Kur'an bakış açısından insanlar, ya Allah'a ve Elçisi'ne tabi olurlar veya adımlarını izleyerek şeytana. Her iki tabiiyet, politik ve idari değil, dinî hayat ve değerlerin seçimiyle ilgilidir. Bir hadiste "yönetici ile yönetilenin çoban-sürü ilişkisi"ne benzetilmesi mecazidir. Hakiki anlamında, yani yönetilenlerin yöneticilere mutlak itaati, sürü gibi peşinden gitmeleri anlatılmak istenseydi, birer hukuki sözleşme olan "biat" anlamsız olurdu.
Fakat Muaviye'den başlamak üzere, halifeler bir Bizans geleneği olan "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" sıfatını aldılar, halkı da koyun sürüsü gibi gütmek istediler. Bu telakkinin sistem haline gelmesi Fatih'le başlar ve Tanzimat'a kadar sürer.
Osmanlı yönetim anlayışı iki sebepten dolayı "teb'a"ya güvenmez. İlki, halk cahildir, fitne (iç karışıklık) çıkarmaya yatkındır; "bilgi" esas itibarıyla "avam"ın değil, havas"ın, yani seçkinlerindir. İkincisi özellikle Türklere ve diğer Müslüman etnik kökenden gelenlere güvenilmez, çünkü özellikle Türkler tarihte kurdukları devletleri bölerler. Taht kavgaları siyasi birliği parçalar. Bu durumda, yönetici zümre Türk ve Müslüman olmayan etnik ve dinî kökenden gelen devşirme çocukları içinden seçilecek, Enderun'da ve ocaklarda uzun bir eğitime tabi tutulup askerî ve sivil bürokrasinin başına geçirilecek.
Maverdi'den Gazali'ye ve İbn Teymiye'ye kadar, siyasi ve toplumsal birliğe vurgu yapan Sünni bilginler, "güvenlik ve istikrar"ı, "ilke ve muhalefet"in önüne geçirdiler, böylelikle "zalim ve zorba da olsa" Müslümanların iç kargaşa ve anarşiye düşmelerinden ise istikrarı ve güvenliği sağlayan bir yöneticiye tabi olmaları gerektiğini savundular.
Bu arada şeriatı sadece sivil ve sosyal hayatı düzenleyici kurallar bütünüyle sınırlandırıp, idare hukukunun tanzimini örfî hukuka devrettiler ki, örfî hukuk tanımı itibarıyla konsensüsle elde edilmiş kurallar değil, Sultan'ın tahtın ve hanedanın teminatı olarak koyduğu yasaklar mecmuasıdır (Yasağ-ı sultani).
Bu çerçevede "siyaset" meşru bir faaliyet değildir. Siyaset demek, Sultan'ın hakkı olan yönetimin elinden alınması, birtakım uydurma kutsallıklarla donatılmış hanedanın yönetimden uzaklaştırılması teşebbüsüdür. Kisra'nın damarlarında "Tanrı'nın kanı aktığı" için yönetim hakkı onundu, Bizans imparatorları da "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgeleri" idi ki, Osmanlı padişahlarının da kendilerine layık gördükleri sıfat "Zillullahi fi'l-arz" idi. Padişahlar, yeryüzünde "Allah'ın gölgeleri" sayılınca, tek tek şahıslar (bireyler?) birer "kul", yönetilenler "teb'a", toplum da "reaya" idi. Böyle olunca kim yönetime muhalefet edecek, yani Sultan'ın işlerine karışacak olursa katlinin fermanını kendisi imzalamış olurdu ki, bunun veciz ifadesi "siyaseten katl" idi.
Osmanlı idarede böyleydi, ama hakkını da teslim etmeliyiz. Osmanlı idari olarak "merkezi" idi, ama sivil ve sosyal olarak "merkeziyetçi" değildi. Sivil alanda adildi, şeriatı layıkıyla uyguluyordu ve gerektiğinde siyasi konu değilse, bir padişah sıradan teb'a ile aynı mahkemede yargılanmayı kabul ediyordu.
ZAMAN