Düşmana ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin'in adının 27 Mayıs darbesinden sonra yayıldığını ve Atatürk'ün adını dahi anmadığı birinin kahraman yapılmasının ancak bir darbe ortamında gerçekleşebileceğini yazmakla ne büyük günah işlemişim meğer.
40 yıl önce Hasan Tahsin efsanesini doğuran Zeynel Kozanoğlu bile bu yaşında harekete geçip kendisinin sözlerini fazla ciddiye aldığımı(!) yazdı. Kitabı kendi kütüphanesinde bulamamış. Bir kütüphaneye gitmiş, oradan da sırra kadem basmış. O bulamadıktan sonra ben nasıl bulmuşum acaba?
Bunlar gerçekten de çağın dışında yaşıyorlar. Girin internete, onlarca satıcısı var, hem de 3-5 liraya. Adres verin, ben göndereyim ama lütfen öyle "Şimdiki çocuklar harika" gibi boş laflar etmeyin. Çünkü 'şimdiki' çocuklar harikalıkta beni de aştılar, isterseniz kitabınızı size pdf formatında 'atabilirler'!
Nicedir söylüyorum, Türkiye'de darbeciliğin mahsulü olan bir paradigma çöküyor, çökecek, çökmek zorunda. Yoksa bu tarih denilen enkazın altında hepimiz boğulacağız. Hükümet kentsel dönüşüm yapıyor, güzel, yapsın ama tarihsel dönüşümü ne zaman başlatacağız? Hasan Tahsin'leri gerçek yerine oturttuğumuz zaman elbette! Bize Atatürk öğrencilik hayatında bütün sınıflarını birincilikle bitirdi diye öğretmişlerdi. Oysa Atatürk Araştırma Merkezi'nin yayınladığı Ali Güler'in "Askerî Öğrenci Mustafa Kemal'in Notları" (Ankara, 2001) adlı kitabında 1895'ten 1905'e kadarki sınıflarında Mustafa Kemal 29. da olmuş, 2. de; gelin görün ki, hiç 1. olamamış.
Şimdi bu bir eksiklik midir? Değildir kuşkusuz ama kusursuz bir kişilik sunmak isteyenlerin gayretkeşliğidir ve daha çok da bizim gibi 27 Mayıs sonrasında okula başlayan öğrencilere Atatürk böyle verilmiştir; hâlâ da değiştiğine dair bir emare göremiyorum. Okullar ve resmi dairelerdeki Atatürk köşelerinden tutun da, her köşe başına heykel ve büstünü diktirme furyalarının nedense hep darbelerin arkasından gelmesi, Atatürk'ün darbeciler tarafından kalkan olarak ne denli büyük bir maharetle kullanıldığının kanıtları olarak ortada.
Bu işin bir de dışarıdan görünüşü var. Kemalist söylem öylesine kurnazca kurgulanmış ki, Atatürk'ü öven hangi yabancı olursa olsun alabildiğine yüceltiliyor, birazcık eleştirel bakmaya çalışan bütün yabancılar hainlik ve düşmanlıkla suçlanıyor, sesinin duyurulması engelleniyor. Hatta açıkça sansürleniyor.
Mesela Arnold Toynbee denilince şu sözü alıntılanır hemen: "Mustafa Kemal uyanık, doğru görüşlü, sarsılmaz derecede sağlam kararlı; kendisinden çok, ülkesi için ihtiraslı; yüksek karakterli ve otokratik disiplinli bir önderdi." Güzel. Peki "ünlü tarihçi" dediği Toynbee'nin bu sözlerini aktaran emekli Korgeneral, "Tanıdıklarım" adıyla Türkçeye çevrilen kitabında söylediklerini neden es geçiyor acaba? (Kaldı ki, Türkçeye çeviren yayınevi de başımıza bir iş gelir endişesiyle bazı kısımları çıkarmak sorunda kalmış metinden. Ben kısmen zararsız -umarım öyledir- ve çeviride atlanan bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Bakın Toynbee nasıl harikulade bir analiz yapıyor Mustafa Kemal Paşa hakkında (3 nokta koyduğum yerler konumuzla doğrudan ilgili olmadığı için atlanmıştır):
1950'li yıllarda, yani 27 Mayıs darbesinden önce Atatürk imajının geleneklerle uyumlu kılınma süreci başlamıştı. Nitekim 1953 yılındaki Fethin 500. yıldönümü kutlamaları Cumhuriyetin Osmanlı ile kucaklaştığı ilginç törenlere ve algı dönüşümüne sahne olmuştu. İşte 27 Mayıs darbesi, Atatürk'ü yeniden buyurgan/askeri bir yönetim anlayışının yörüngesine oturtarak onu dinî değerlerden olabildiğince uzağa konumlandırmaya soyundu. 16 Temmuz 1952 tarihinde Köroğlu dergisinde çıkan bu karikatür de Yunanlıların Ayasofya'yı kiliseye çevirtme isteklerine Fatih ile Mustafa Kemal'i gökyüzünden palikaryaya sinirlenirken göstermekte bir sakınca görmemişti.
"1923'te bir bahar gecesi Ankara'da Atatürk'ün misafiri olmuştum. (...) Atatürk eğer muhatabının söyledikleri ile aynı fikirde değilse, ağzını açmadan önce kaşlarını çatarak karşısındaki kişiyi gözüyle korkuturdu. Benim söylediklerimin yanlış olduğunu söylerken de aynı yüz ifadesini takınmıştı. (...) Fikir alışverişimiz kısa sürdü. Fakat bu kısa diyalog, karşımdaki liderin hem güçlü olduğunu hem de Leibnizci anlayışa yakın bir çizgide davrandığını anlamama yetmişti. Atatürk'ün birkaç tane dahiyane fikri olduğunu biliyordum: (Ona göre) Türk milletinin kurtuluşu, imparatorluğun üstlendiği rolü terk ederek milletin tüm enerjisini uzun süredir ihmal edilen kendi değerlerinin benimsenmesine yoğunlaşmasında yatıyordu. Hayal gücü bir hayli kuvvetli ve son derece dinç liderin eksik olduğu tarafı, kendi değerlerine geri dönüş yaparken bir midye gibi kabuklarını kapatması ve böylece iki kere düşünme imkânından kendini yoksun bırakmasıydı. İki kere düşünmenin en faydalı sonucu, fikir alışverişinde bulunmaktır. Atatürk'ün midye misali bu kapanışı, zannediyorum onun negatif iradesinin bir sonucu. Ülkesini onun bu kararlılığı kurtarmıştı. Ama ülkesinin onun inatçılığı karşısında ödeyeceği bedel, bir diktatör tarafından yönetilmek oldu."
Şimdi soruyorum: "Ünlü tarihçi"nin Atatürk'ü olumlu değerlendiren görüşüyle yazısını süsleyen Em. Korgeneral, bu görüşünü neden almaz? Alamaz da ondan. Üniversiteler de alamaz. Yakınlara kadar basında da yer alamazdı. Kanıtları ikiye böl, yalnız olumlu olanlarını al; diğerlerini unuttur ve sansürle; ve bu bir tarihçilik olsun. Ben nelerini gördüm: Şu anda önemli yerlerde bulunan bir prof., Türk Tarih Kurumu'nun sözde bilimsel bir sempozyumuna Lozan'ın maddelerini sunarken, farkına varmadan İngilizlerin bize sundukları barış teklifinin maddelerini koymuş ve kimsecikler de bunun farkında olmamıştı; kendisi dahil! Üstelik kitap halinde de basıldı bu tebliğ.
Hasan Tahsin'i allayıp pullayanları şimdi kendi kitaplarını bulamaz; profları Lozan'ın İngiliz versiyonunu kullanmakta sakınca görmez (bir de İngilizlere karşı kazandığımız diplomatik zafer diyorlar!), hiç sınıf birincisi olmadığı halde Atatürk'ün sınıflarını hep birincilikle bitirdiğini yazarak geçinirler. Güya Hitler diyesiymiş ki, 'Ben Atatürk'ün talebesi sayılırım'; bununla övünenleri dahi gördük.
Bakın, aklı başında bir tarih metni nasıl yazılır, görmeniz için August von Kral'ın 1937'de çıkan "Das land Kamâl Atatürks" kitabından birkaç aktarmada bulunayım. Türkiye'de görev yapan elçiler ülkelerine bizimle ilgili bakalım hangi bilgileri geçmişler 1930'lu yıllarda?
İnsanlar birçok şehirde ülkenin altyapısını yeniden inşa etme planlarındaki başarısızlıklardan şikâyetçilermiş. Göçmenleri savaşın harap ettiği köylere yerleştirmişler ama destek vermemişler; tekel uygulaması yüzünden mal darlığı yaşanıyormuş; ekonomik güçlükler sebebiyle iflaslar ve ağır borçlanmalar oluyormuş; öğretmen ve memurlar düşük maaştan yakınıyorlarmış; hükümet görevlileri tarafından etnik azınlıklara karşı ayrımcılık yapılıyor ve nihayet salgın hastalıklar, kıtlık ve sel gibi felaketler hayatı iyiden iyiye yaşanmaz kılıyormuş. (Aktaran: Gavin D. Brockett, "How Happy to Call Oneself A Turk", Texas Üni. Yay., 2011, s. 41. Bu nefis kitabı tanıtmak için fırsat kolladığımı da söyleyeyim.) Gerçek tarih budur da demiyorum. Ama tarihçilik, her iki ucu alıp makul bir noktada buluşturmak değil midir?
ZAMAN