Birgün’ün yayın kurulu üyelerinden birinin, birkaç yıl önce gazetenin yazarlarından Hrant Dink’i kast ederek “Artık atın bu Ermeniyi” dediği iddiası ve iddianın doğru olması durumunda buna yüklenmesi gereken anlam üzerinde tartışıyorduk...
Geçen yazımda özetle, a) İddianın sahibi Cemil Ertem’in tartışmayı anonim öznelerle sürdürmesini doğru bulmadığımı; b) Birgün’de Hrant Dink’in yazılarına son verilmesi talebinin bir yayın kurulu üyesi tarafından dile getirildiği ortaya çıkmış olsa da, üslubun “Atın bu Ermeniyi” şeklinde tezahür etmediğini, gerekçe olarak Dink’in hep “etnik temelli yazılar yazması”nın gösterildiğini ve bu “üslup farkı”nın önemli olduğunu; c) Etyen Mahçupyan’ın birkaç yıl önce yaşanan bu olaydan yola çıkarak “sol”a yönelttiği eleştirilerin fazlasıyla sert ve yer yer de haksız olduğunu; d) eski Birgün yayın kurulu üyesi Saruhan Oluç’un, kendisinin de şahidi olduğu “Hrant Dink’in yazılarına son verilmesi” talebinin “kişilerin etnik aidiyetlerine yönelik bir nefret”ten değil, “bir siyasal anlayıştaki yanlıştan” kaynaklandığı yönündeki tespitlerine hak verdiğimi anlatmıştım.
Hatırlarsanız, tam bu noktada bir rezervimin olduğunu söylemiş, bunu da şu cümlelerle dile getirmiştim:
“Ben, Oluç’a burada da hak veriyorum. Fakat bir rezervim var: Sözünü ettiği ‘yanlış siyasal anlayış’ın bir süre sonra ‘etnik nefret’e yol açmasının kaçınılmaz olacağı kanaatindeyim. Bu açıdan, birkaç yıl önceyle şimdi arasında ciddi bir fark olduğunu da düşünüyorum ciddi ciddi. Salı günü işin bu yanını ele alacağım.”
Oluç’un “yanlış siyasal anlayış”ı
Saruhan Oluç, Taraf’ta çıkan yazısında, bir yayın kurulu üyesine (bu arada bu kişinin Oğuzhan Müftüoğlu olduğunu öğrendik), “hep etnik temelli yazıyor; yazmasın artık” dedirten şeyin altındaki “siyasal yanlış”ı şöyle tanımlamıştı:
“Gazeteye ilişkin kısmını bir kenara koyarak, konunun siyasal boyutuna göz atacak olursak, bu tartışmanın 21. Yüzyıl’da Türkiye’de solculuğun kimi kriterlerini içerdiği görülüyor. Bir siyasal anlayış, solculuk yaparken ‘etnik veya kimlik meseleleriyle değil sınıf meseleleri’ ile uğraşılması gerektiğini savunuyor ve yukarıda sözünü ettiğim talep de böyle bir anlayışı yansıtıyor. Dünya tarihsel sürecini doğru değerlendiremeyen bu anlayışa göre, etnik meseleler küreselleşme döneminde emperyalist politikalar sonucunda bu kadar güncelleşiyor. Ve yine bu anlayışa göre, bu meselelerin nihai (ne demekse!) çözümü devrimle mümkün görülüyor. Bir başka deyişle, bu anlayış hem indirgemeci hem de ertelemeci özellikler taşıyor.”
Bu tespitlere de tümüyle katılıyorum, fakat dediğim gibi, bir rezervle... Rezervim şu: Ortak düşmana karşı mücadele eden güçlerden bir ya da birkaçının “en büyük ortak hedef”in yanı sıra kendi “zümresel menfaat”leri için (de) taleplerde bulunması bir sıkıntı yaratır ama bu sıkıntılar genellikle tartışarak çözülebilir sıkıntılar olmaktan ileriye gitmez. Fakat bazı “zümresel menfaatler”in bizzat ortak düşman tarafından teşvik edilmesi, işin rengini tamamen değiştirir. Ortak taleplerin yanı sıra böyle taleplerde de bulunanlar yavaş yavaş bir ittifak unsuru olarak görülmemeye başlar. Yola gelmezlerse bir süre sonra onlardan nefret etmek kaçınılmaz hale gelir.
Örnekleyelim: Zorba bir babaya karşı direnen iki kardeş düşünün. Bunlardan birinin eğlenceye karşı bir zaafı olsun ve bu da zorba babaya karşı mücadelede birleşen kardeşler arasında bir gerilime yol açsın. İşler böyle giderken, baba bir noktadan sonra eğlenceci kardeşin bu zaafını daha da büyütecek bir planı uygulamaya koysun. İşte bu nokta, işin rengini tamamen değiştiren noktadır, kardeşler arasındaki ittifak ilişkisi bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır.
Etnik taleplerin (sosyalist literatürdeki karşılığıyla “milli mesele”) esas olarak “ulus içi” bir mesele olarak değerlendirildiği “emperyalizm çağı”nda, kapitalizme karşı ortaklaşa mücadele eden “çeşitli milliyetlerden” işçi ve emekçilerin etnik talepleri her şeye rağmen “masum” talepler olarak görülür, sorunun, “kardeşler arasında” bir sorun olduğuna inanılırdı.
Fakat “dünya tarihsel sürecini doğru değerlendiremeyen bir anlayış” çıkar da “etnik meselelerin küreselleşme döneminde emperyalist politikalar sonucunda bu kadar güncelleştiği” tezini siyasetinin temeli yaparsa, bu her şeyi değiştirir; böyle bir siyasal anlayış eninde sonunda “sınıf mücadelesini zaafa uğratan etnik çıkışlar”ı düşman ilan eder.
Saruhan Oluç, böyle bir “sol”un panzehirini de anlatmıştı yazısında:
“Sol içindeki özgürlükçü anlayış ise, Cumhuriyet tarihi boyunca çözülememiş etnik meseleleri ele almadan, emeğin haklarının, demokrasinin ve özgürlüğün savunulamayacağı gerçeğinden hareket ediyor. Üstelik emekçilerin de kimlik sorunları olduğunu ve bunlarla sosyal ve ekonomik taleplerin birlikte ele alınması gerektiğini savunuyor. Çünkü çalışan da insandır ve kimliği nedeniyle dışlanıyorsa veya horlanıyorsa, ‘önce ekonomik ve sosyal haklarım için mücadele edeyim, diğerini sonra çözerim’ diye düşünmüyor.”
Gerçekleşmiş bir nefret...
Türkiye’deki bazı “sol”ların işi şimdiden bu noktaya vardırdıklarını, “Kürtler’in milli yemeklerini yapmayın, yemeyin” propagandasına giriştiklerini biliyoruz. Ama “atın bu Ermeniyi artık” vesilesiyle tartıştığımız “sol”un bugün böyle bir ırkçılıkla malûl olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olur.
Ben bugünle değil, gelecekle ilgili bir iddia öne sürüyorum. “Olmaz öyle şey, gelecekte de olmaz” diyebilecekler için de, “bakın bu bugünden olmuşsa, şu anlattığım şey yarın neden olmasın?” imasıyla paralel bir örnek vermek istiyorum.
Konumuz bu kez laiklik ve türban... Biliyorsunuz, tartıştığımız “sol” bugün önemli bir kesimiyle bu meseleyi de “baş düşman emperyalizm”in kışkırtmalarına bağlıyor (“ılımlı İslam”) ve o nedenle mesela “üniversitelerde türban”ın bir özgürlük sorunu olarak görülemeyeceğini söylüyor.
Birgün yazarı Melih Pekdemir, 4 Şubat 2008 tarihli, “Özgürlükçüyüz ama salak değiliz” başlıklı yazısında bu karşı çıkışı en veciz biçimde şöyle ifade etmişti:
“Elbette türban takmak da bir hakikat ama şimdi özgürlük filan değil. Velev ki öyle sayılsın. Ama tek bir özgürlük on özgürlüğün canına okuyacaksa, on hayati yasak getirecekse; bizden bu kadar, sayımız suyumuz yok: Türbana karşıyız arkadaş! Çünkü özgürlükçüyüz ama salak değiliz...”
Unutmayın, karşı olunan şey “üniversitede türban”... CHP’lilerden bile daha militan bir dil taşıyan bu özgürlük karşıtı manifestonun sahibi, bir başka yazısında ve bir televizyon programında “Laiklik sınırlı İslamiyettir” demiş, laikliği devlet çerçevesinde değil, toplum çerçevesinde tanımlamıştı. Toplumun dinî yaşama biçimini bile düzenlemeye çalışan bir “sosyalist” laiklik anlayışı, CHP’nin bile önermediğini öneren bir “sosyalist” laiklik anlayışı...
Bundan 10 yıl önce, bir zamanlar en geniş tabanlı “sol”u yaratmış bir akımın önderlerinden birinin “üniversitede türbana karşıyız arkadaş” diye yazacağını ve ona çevresinden ciddi bir tepki gelmeyeceğini söyleseydim bana gülüp geçmez miydiniz?
“Gülüp geçerdik” diyorsanız, bu “sol” için geleceğe ilişkin olarak formüle ettiğim “etnik nefret” iddiam için de hemen “olmaz öyle şey” demeyin!
TARAF