Bugün hala tarihteki vasıflarını taşıyan bir İslâm şehri var mı?

Taha Kılınç, Fas ziyaretinden notlar aktarmayı sürdürürken Fes şehrinin sembolik değerine dikkat çekiyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Târık’ın izinde…

“Bugün her şeyiyle yaşayan ve tarihteki vasıflarını taşıyan bir İslâm şehri var mı?” diye sorulsa, hiç tereddüt etmeden “Fes!” derim. Etrafını çepeçevre saran surlarıyla, odak noktalarını teşkil eden camileriyle, camileri dört bir yandan kuşatan çarşılarıyla, medrese ve zaviyeleriyle, motorlu taşıtlar yerine binek hayvanlarıyla ulaşımın sağlandığı daracık sokaklarıyla, Fes sanki yüzlerce yıl öncesinden fırlayıp gelmiş ve zamanda donup kalmıştır. Bugün de hâlâ Fas’ın en otantik ve cezzâb şehridir.

Pazar sabahı, Fes’in kalbini oluşturan Karaviyyîn Külliyesi’ni ziyaret ederken, her seferinde rahatsızlık duyduğum o garip durum yine zihnime takıldı: “Dünyanın ilk üniversitesi” olarak bilinen Karaviyyîn’i 859’da Fâtıma el-Fihriyye adlı bir hanımefendi inşa ettirmiş, babasından kalan mirası böylece bir abideye dönüştürerek ölümsüzleştirmişti. Fakat bugün Müslüman hanımların caminin iç kısımlarını ziyaret etmeleri ve mimarî detaylarını yakından incelemeleri yasak. Kapıdaki görevlilerin bu yasağı muhataplarına duyururken takındığı tavır da oldukça kaba üstelik.

Fas’ın genelinde tarihî camiler namaz vakitleri dışında kapalı. Namaz aralarında camileri gezmek veya şöyle sakince kafa dinlemek için kuytu bir köşede uzunca vakit geçirmek mümkün değil. Ezandan hemen önce açılan camiler, namaz bittikten sonra adeta bir panik havası içinde kapatılıp kapıları kilitleniyor. Buna karşın türbe, tekke ve zaviyelerin kapıları ardına kadar açık. Oraları ne zaman dilerseniz ziyaret edebiliyor, oturup dinlenebiliyor, hatta bir köşeye kıvrılıp kestirebiliyorsunuz. Bu durum, devletin dinle alakalı resmî politikasının bir neticesi: Camiler toplumsal hayatın merkezi olmaktan çıkarılıyor, dinî duyguların tatmini ve maneviyat ihtiyacının temini -tamamen devletin kontrolü altındaki- diğer mekânlara aktarılıyor.

Fes’ten ayrılıp kuzeydeki Tanca’ya doğru yola koyulurken, aklımda hâlâ Karaviyyîn Külliyesi vardı. Burası klâsik dönemdeki gibi tam randımanlı bir ilim yuvasına dönüşse… Etrafındaki çarşılarla beraber, cami sürekli açık olsa… Kütüphanesi ve medresesiyle, Karaviyyîn eski şanına yaraşır şekilde âlim ve fâzıl insanların yetiştiği bir merkez haline gelse… Hayali cihan değer gerçekten.

Yaklaşık beş saatlik bir yolculuğun ardından Tanca’ya ulaştığımızda manzara tamamen değişti: Cebelitârık Boğazı’nın güney ucunda, Atlas Okyanusu’nun Akdeniz’le kucaklaştığı noktada, mavi ve beyaz renklerin hâkim olduğu tipik bir sahil şehrindeydik şimdi.

Tanca dendiğinde, bütün seyyahların aklına tek bir isim gelir: İbn Battûta (1304-1369). Tüm zamanların bu en büyük seyyahı, Tanca’nın tarihî kısmında, daracık bir sokak içindeki türbesinde yatar. İbn Battûta’nın o zamanın şartlarında başardığı iş, dudak uçuklatacak cinsten: Seyyahımız 1325’te hac niyetiyle ayrıldığı memleketine ancak 1353’te dönmüş. Ta Çin’e kadar devam eden yolculukları sırasında, kat ettiği tahmini mesafe 117 bin 490 kilometre. Gittiği bazı ülkelerde kadılık makamına getirilen, hatta diplomatlık bile yapan seyyahımız, farklı siyasî sistemler ve iklimlerde en az altmış hükümdarla tanışmış ve binlerce insanla ahbap olmuş.

İbn Battûta’yı saygıyla ve sevgiyle selamladıktan sonra, pazartesi (11 Kasım) sabahı feribotla Cebelitârık’ın karşı kıyısına, İspanya’ya geçtik. Gemimizin yanaştığı Tarifa limanı, ismini Endülüs döneminin Müslüman fatihlerinden Tarîf bin Mâlik’ten alıyordu. Yolumuzun devamında da çoğu “Al” takısıyla başlayan ve bu şekilde Arapça köklerini hatırlatan çok sayıda yer ismine tesadüf ettik.

Târık bin Ziyâd ve askerlerinin 711’in baharında gemilerle geçtiği bu boğazı, şimdi feribotla kat etmiş olmak şaşırtıcı bir histi. İspanya’nın uzantısı olmasına rağmen İngiltere’ye bağlı olan Cebelitârık Burnu (Gibraltar) ise, azametiyle ve öyküsüyle, başlı başına bir abideydi. Ronda’ya doğru seyahatimizi sürdürürken, bambaşka şartlar altında ve tamamen farklı imkânlar içinde Müslüman fatihlerin güzergâhını takip ediyor olmak, tarifi zor hislerle doldurdu içimizi.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan sel felaketinin yaralarını sarmakla uğraşan İspanya, Gazze konusundaki dik duruşu sebebiyle olsa gerek, gözüme daha farklı ve güzel göründü bu defa. Ronda (Rûnde), Sevilla (İşbîliye), Cordoba (Kurtuba) ve Granada’da (Gırnata) hep aynı şeyi hissettim.

Endülüs’e dair özet notlarımı, nasipse cumartesi günü paylaşacağım.

Yorum Analiz Haberleri

Ekran karşısında beyni çürüyen bir nesil...
Mimaride insani saiklerin yerini; kârlılık ve verimlilik aldı...
Siyonist çeteye karşı direnişle geçen bir yıl...
“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”
Esed sonrası Suriye: Katar-Türkiye Doğal Gaz Hattı artık hayal değil