Türkiye'ye dair söylenebilecek en gerçek ifade bu coğrafyada yaşayanların Müslümanlık'la yoğrulmuş olmasıdır. Son kertede bu toprakların geleceğine dair söylenebilecek son sözü bir şekilde İslam, Müslümanlık'la ilintili tercihler belirleyecektir. Bu o kadar çarpıcı gerçektir ki, paradoksal olarak son batılılaşma tarihimiz bile bu olmadan açıklanamaz. Mesela Osmanlı'nın yönetimde, toplumsal yapısında kırılma, başka bir ifade ile “dinden uzaklaşma” ile sonuçlanan batılılaşma yönündeki düzenlemeler bile İslam adına gerçekleştirilebilmiştir. Tanzimat, Islahat düzenlemelerinin İslam referans alınmadan meşruiyet kazanması nasıl mümkün değildi ise bugün de yaşananlar bundan pek farklı değil. Avrupa Birliği projesinin toplumu daha İslamlaştıracak bir proje olduğunu kimse iddia edemez. Aksine daha modernleştirici, sekülerleşme yönünde atılmış önemli bir adım. Bu alanda devlet politikası olarak başlatılan sürecin, en azından toplumsal geçmişleri ve halk düzeyindeki imajı bir şekilde “İslam ve Müslümanlık'la ilişkilendirilen” bir iktidar eliyle gerçekleştiriliyor olması bir tesadüf olmasa gerek.
İslamın tarihsel bir gerçek olarak bu topraklarda oynadığı rol sadece siyasal ve toplumsal etkiden ibaret değil. Anadolu'ya Müslüman olarak göçen ve burayı bir İslam ülkesi haline getiren Türklerin bu topraklarda”İslam öncesi”nin olmaması, İslam'sız bir geleceğin tasavvur edilemeyeceğine işaret eder. Bu anlamda bu ülkenin varoluş şartı dinle ilişkili olmak zorundadır.
Resmi Türkiye'nin ve seçkinlerin görmezden gelmelerine, yok saymalarına rağmen İslam olmadan bu ülkenin 'kendi olarak' bir gelecek tasavvuru kurabilmesinin imkansızlığını yaşadığımız tecrübe yeterince göstermektedir. Önümüze çıkan etnik, dini, sosyal ve kültürel sorunların tümü bir şekilde İslam'la ilintili sorunlardır.
Siyasal ve toplumsal anlamda dinin bu kadar merkezi ağırlığının olmasının yok saymakla halledilemeyeceğini en azından Cumhuriyet tarihi bize göstermektedir. Elbise değiştirir gibi medeniyet değiştirilemeyeceğinin hazin öyküsüdür batılılaşma tarihimiz.
Bu hüznü en çok ve derinden hisseden seçkinlerimiz olsa gerek. Bir anda yok saydıkları, reddettikleri, yabancılaştıkları ve küçümsedikleri dini ve onun hayata yansıyan yanından kaçtıkça dehşetli bir yalnızlığa düşüşlerini satır aralarında okursunuz..
Bu anlamda Türkiye'de doğup büyüyen birinin ateist olması bile mümkün değildir. Ezanla dünyayı kavrayan, hayatının her safhasında karşısına çıkan dinin sembolleri, yansımaları karşısında felsefi anlamda bir ateizmden bahsetmek ne kadar gerçekçi? Olsa olsa kendini o şekilde görmek ister, bir tür sahne sanatçısı gibi davranır. Ama bir ömür rol yapılamayacağı içindir içinde bulunduğu o muazzam boşluktan kurtulmak için genlerine işleyen dünya ile temasa geçmek zorunda kalacaktır.
Şimdi İslam'ın bu toplumda bu denli köklü bir etkiye, varoluşsal bir değer ifade etmesine rağmen bu toplumun tüm özellikleriyle bir İslam toplumu olduğu söylenebilir mi? Bunu kimse iddia etmiyor zaten. Ancak bu toplumu İslam olmadan ne anlayabilir ne de var kılabilirsiniz.
Son günlerde bazı yazarların gündeme getirdiği, bence önemli bir tartışma, kültürel Müslümanlık ve İslam tasnifi üzerinde kafa yormak gerekmektedir. Ne yazık ki entelijansiyamız bu konuları farkedecek, kavrayacak derinliğe ve sorumluluk duygusuna henüz sahip değildir. Bir oryantalist kadar yaşadığı toplumun kültürüne vukufiyeti olmayan, kendi insanına mesafesi oranında “uygar ve çağdaş olduğunu düşünen bir zavallılık abidesi bir okumuş-yazmış kitlemiz var.
Burada sorun, İslam medeniyetinin yeniden neşvü nema bulup bulmayacağı ile ilgilidir. Madem İslam bu topraklarda bu kadar köklü ve belirleyici bir etkiye sahip “İslam medeniyetinin neden bu halde” olduğu sorulabilir.
Temel mesele İslam medeniyetinim yeniden canlanıp canlanmayacağı konusunda düğümleniyor. Bu yakıcı soruya geçmeden önce, sorulması gereken soru şudur. “İslam medeniyeti ölü bir medeniyet midir? “ Ya da “ölü olan İslam medeniyeti mi yoksa Müslümanlar mıdır?”
Bir medeniyetin ölü bir medeniyet sayılması için tarihi sürekliliğin kesilmesi, referans çerçevesinin ortadan kalkması, bunu taşıyacak yaşayan bir toplumun artık mevcut olmaması gerekir. Birçok antik medeniyetin hayatiyetini yitirmesi maddi şartların bir sonucu olduğu kadar o medeniyeti evrensel çapa taşıyacak referanslarından mahrum olmasından kaynaklanır.
İslam medeniyeti hem genel anlamda hem de Selçuklu-Osmanlı birikiminin bu topraklardaki tecrübesine bakarak iki şey çok açık bir şekilde önümüzde duruyor. Birincisi; maddi olarak Batı karşısında bir yenilgi söz konusu. Bu yenilgi, uzun tarihiniz açısından bakıldığında mutlak olmadığı çok bellidir. İslam tarihinde açılan bir parantez olarak okunmalıdır.
İkincisi bir medeniyeti evrensel boyutlara taşıyan, sürekliliğini sağlayan referans çerçevesi açısından bakıldığında İslam medeniyetinin tarihi tecrübe ve süreklilik ve kaynakları açısından sorunu olmadığı görülür. Yani İslam medeniyeti her an bu çağa ve yeryüzünün herhangi köşesindeki her hangi bir topluluğa söyleyecek sözü olan, tecrübesi ve kaynaklarıyla bunu yeniden üretecek dinamizmdedir.
Bu durumda sorun nedir? İslam medeniyeti diri ancak sorun bunu taşıyacak Müslümanlardadır. Müslümanların tarihi tecrübe, birikimleriyle yeniden sağlıklı ilişki kurmalarıyla aşılabilecek bir kriz yaşanmaktadır. Kriz varsa bunun aşılmasına yönelik arayışın olmaması mümkün değildir.
Türkiye özelinde, bu ülkenin geleceği de, tarihi tecrübe ile sabit medeniyet birikimiyle yeniden sağlıklı bir temas kurulmasına bağlıdır. Yeni bir şey söylemek eski/meyen değerler üzerinden mümkündür.
Yeni Şafak gazetesi