33 Gün Savaşı sırasında Suriye'den Lübnan'a geçerken pasaportumu itina ile kontrol eden ve bana bir sürü bürokratik zahmet çıkartan Lübnanlı sınır muhafızlarının yüzlerindeki anlamsız gurur ifadesini öyle yadırgamıştım ki, “Ulusal gurur ve şuurunuzu yesinler!” dememek için kendimi zor tutmuştum. Zaten bunu Arapça yahut İngilizce olarak nasıl ifade edebileceğimi de bilmiyordum.
Sınır kapısındaki polisler ve askerler, Lübnanlıların tıpkılarının aynıları olan Suriyelilere karşı da takınıyorlardı bu gururlu yüz ifadelerini. Lisan-ı hal ile 'Devlet bu, boru değil!' diyorlardı. Lübnan Cumhuriyeti'nin bağımsızlığına ve egemenliğine saygı telkin etmeye çalışıyorlardı. Ama Lübnan'ı Suriye'den ayıran sınırda böyle bir 'ulusal gurur ve şuur tablosu' sergilenirken, Lübnan'ı “İsrail”den ayıran sınırda şöyle bir utanç tablosu sergileniyordu: Bir tek kurşun sıkmadan düzineler halinde teslim oldukları işgal ordusuna kahve ikram eden Lübnan Cumhuriyeti askerleri!
Sınır kapısında işlemlerimi tamamlamak için uğraşırken, bir yandan da İslam dünyasını paramparça eden sınırlara içimden lanet okuyor ve 'Ne olacak bu memleketin hali?' diye kendi kendime soruyordum. Memleket derken tabii ki İslam coğrafyasını ve bilhassa “Ortadoğu”yu kastediyordum. İsrail hava, deniz ve kara kuvvetlerinin Lübnan'ı yakıp yıkmasını çaresizlik içinde seyretmek zorunda kalan ve “İsrail'in karşısına çıkmak ordumuzun intiharı anlamına gelir” diyerek bağımsızlık ve egemenliğinin fasa fiso olduğunu itiraf eden Lübnan devleti niye vardı? Mana ve ehemmiyetini nasıl izah ediyordu bu devlet? Varlığını ne diye sürdürüyordu? Suriye ile –mesela “Bilad-ı Şam Cumhuriyeti” gibi bir çatı altında- birleşerek Lübnan halkını biraz olsun emniyete almayı niye düşünmüyordu? Aralarındaki anlamsız sınırlar ve sair 'ulusal takıntılar' yüzünden emperyalist fitnelere (manipülasyonlara, provokasyonlara, sabotajlara, saldırılara, işgallere) daima ve sonuna kadar açık bir hal içinde olan Suriye, Irak ve Türkiye'nin de “Dicle-Fırat Federasyonu” gibi bir çatı altında birleşerek haysiyet ve şereflerini emniyete almayı düşünmelerinin zamanı çoktan gelmemiş miydi? Bu devletlerden her birinin emperyalistler karşısında sergilediği utanç tablosu, aralarındaki sınırları muhafaza etmekteki ısrarlarından ve o sınırlarda sergiledikleri 'ulusal gurur ve şuur tablosu'ndan kaynaklanmıyor muydu? Titreyip kendilerine dönmeleri ve bu topraklarda eğreti duran ulusalcı asabiyetlerden kurtulup o sınırları kaldırmaları için daha ne kadar felakete maruz kalmaları gerekiyordu?
Amerika Birleşik Devletleri'nin saldırısına uğrayan Suriye'nin çaresizliği bana bu soruları bir kere daha sordurttu.
YENİ ŞAFAK