Faruk Beşer / Yeni Şafak
Bu salgın koronadan da beter!
Şırıl şırıl akan bir dere düşünün. Sular, taşların arasından kıvrılarak gider. Nasıl becerirler bilinmez o taşlar, suyun içindeki kirleri tozları alır üzerlerinde tutarlar, yapışır kalır. Sonra bir diğeri, bir diğeri derken taşın üzerinde milimetreden ince kaygan bir kil oluşur. Bazen küçük yosunlar biter, çoğalır ve onca akan su onları söküp temizleyemez. Ancak taşı çamuru birbirine katan hızlı bir sel gelirse taşlar o zaman temizlenir ama ardından bu süreç yeniden başlar.
Günahlarımızın kalbimizi, dolayısıyla da hislerimizi etkilemesi de böyledir. Bir günah, bir daha, derken onların tortuları duygu cidarlarına yapışır kalır da artık onca günaha rağmen biz onların farkında bile olmayız. Buna hissedişin yitirilmesi anlamında ünsiyet ya da ülfet diyorlar. Günahlara karşı ünsiyetin oluşmasıyla onlara alışma, onları kanıksama ve artık onlardan rahatsız olmama hali oluşabileceği gibi, yaptığımız ibadetlere karşı da kanıksama oluşabilir ve onlar da sıradanlaşıp birer şartlı refleks gibi alışkanlıklar haline dönüşebilir.
Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe işaret eden ilginç bir ayet-i kerime vardır:
“İman edenlerin Allah’ı anarak şu inen hakikatlerle kalplerinin ürpereceği an gelmedi mi ki, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Üzerlerine uzun bir zamanın geçmesiyle onların kalpleri katılaşmış ve çoğu fasık oluvermişti. (Hadîd, 16)." Fasık günahları umursamadan yapan, böylece güven dairesinden çıkmış olan insandır.
Bu ayet Medine döneminin dördüncü yılında gelmiş ve Müslümanlardaki gevşemeye dikkat çekmişti. Yani ilk muhatabı sahabe-i kiramdı. Demek ki, zamanla insanların algılamalarında ve hissedişlerinde gevşeme ve alışkanlık oluşur, bunun için de silkinerek bundan kurtulmanın yollarını bulmaları gerekir.
Bunları neden söylüyoruz? Şundan: Bazen eş ve dostlarımızdan beş vakit namazlı insanlar rahatlıkla gıybet, alay, suizan ve haset gibi çok çirkin günahları, tahribatlarını hiç hissetmeden yapıyor ve bundan hiçbir ürperti duymayabiliyorlar, biz de farkına varmadan buna eşlik ediyoruz. Oysa aile ve arkadaşlık ilişkilerini dinamitleyen, sevgiyi, manevi duyarlılığı ortadan kaldıran sebeplerin başında gıybet ve suizan vardır. Buna bir de laf taşımayı ekleyelim.
Hata etmeyen insan olmaz. Bir insanın bilmediğiniz bir hatası size zarar vermez. Ama birisinin onu size duyurması, o insan hakkında sizin artık kötü duygular beslemenizi ve ona karşı kanaatinizin değişmesini sonuç verir. Bir de işin içine hasetlik duyguları girer ve ötekinin hatasını size anlatan, bunu sizin nefretinizi oluşturacak tonda ve de ilavelerle yaparsa, ona karşı sizi daha çok tahrik etmiş olur. Sevginiz ve ilişkileriniz zedelenir hatta kopar, duygularınız nefrete dönüşür, kalplerin iletişimi değişir, güzel duygular yerine ortamı kötü duygular sarar, dostluk atmosferinin havası kirlenir, nefes almakta zorlanırsınız.
Eğer psikologlar ve sosyologlar gıybet denen hastalığın fertteki ve toplumdaki etkilerini ölçebilseler ne büyük hasarlar oluşturduklarını ortaya koyabilirler. Modern ahlak anlayışında gıybet sadece çirkin bir huy olarak görülür o kadar, bunun ötesine gidilip manevi tahribatı hesaba katılamaz.
Değil sadece gıybet etmek, gıybet edene müdahale etmemek, ona katılmasa bile onu pasif halde dinlemek bile buna denk bir ahlaksızlıktır. Ya ona engel olmalıdır ya da gıybet edenin yanından kalkmalıdır. ‘Ahlaksızlık’ sözü bize ağır gelebilir, oysa gıybet için bu söz çok hafif kalır. Onun için Allah (cc) gıybeti, ölmüş kardeşinin etini dişleme diye niteler.
Zaman zaman bizi uyaranlar olur, bazen de biz birilerini uyarırız. Bu uyarmalar ilk anda hoşa gitmez, ama sonunda yerini güzelliğe ve kalbe inşirah veren duygulara bırakır. Bunu deneyenler gıybeti Allah için terk etmeleri karşılığında O’nun kendilerine vereceği peşin huzuru ve iman lezzetini mutlaka tatmışlardır. Öbür tarafta bulacakları ise elbette çok daha büyük olacaktır.
Birisine ikazda bulunsanız, iyi de kardeşim, bir şeyler konuşmayacak mıyız, diye karşılık verir. Evet, konuşmamız gerekiyorsa konuşacağız ama kardeşimizi gıybet etmeyeceğiz. Bunu başarırsak ne olur biliyor musunuz? Ya susup boş laflar konuşmamış olacağız, ya da gıybet içermeyen hayırlı işler konuşmuş, böylece bir şeyler halletmiş, bilgimize bilgi katmış olacağız. Kişinin İslam’ının güzelleşmesi bunlarla başlar.
Sadece gıybet mi? Haset, suizan, el kaş hareketleriyle ya da sözle alaya alma/hümeze lümeze, lakaplar yakıştırma hepsi böyle birer ‘ahlaksızlık’tır ama biz artık hissetmiyoruz, ne kötü.