Bu netlikten kurtulmalı...

Markar Esayan

Kürt “sorunu” ve PKK hakkında sanırım ciddi bir merhaleyi geçtik ve zurnanın zırt dediği yere geldik; cilalar sıyrıldı. Bundan sonra ya sorunların bu sefer “gerçekten” konuşulacağı bir merhaleye geçeceğiz, ya da kan oluk oluk akmaya devam edecek...

Açılımın ilk dört senesinin başarılı olduğu konusunda kimse iddialı konuşamaz herhalde. AK Parti, bu meseleyi hafife aldı, dersine iyi çalışmadı, çok zaman kaybetti, Kürt vatandaşların zaten verilmesi gereken anadillerini öğrenme gibi hakları bile PKK sorununa endeksli bir pazarlık unsuru olarak görüldü ve samimiyeti konusunda haklı endişeler yarattı Kürtlerde.

Kürt meselesinin de facto muhatabı –veya işgalcisi– PKK ise, geçen yazımda belirttiğim gibi, o kadar anakronik bir dünyada yaşıyordu ki, AK Parti’yi sürekli samimiyet testine tabii tutarak, yani aslında kendini AK Parti’ye kilitleyerek ve mahkûm ederek bu sürecin bizatihi kendisinin ima ettiği boşlukları doldurma basiretini gösteremedi. En azından BDP’yi bu yönde kullanmadı.

Her zaman bir “ama” vardı. Ama KCK, ama geçmiş, ama, ama...

PKK ve ardında hizalanan kesimler, 1990’larda donmuş bir Türkiye algısı içerisinde ve tabii ki TC’nin kirli geçmişine de sürekli göndermeler yaparak, şiddetin en büyük imkân olduğuna netice itibarıyla onay vermiş oldular. Paradigma değiştirmek bir kenara, Türk toplumunda Kürt meselesi, askerî vesayet gibi konularda yaşanan özgürleşme, oralara uğramadı bile; hatta bu bir –iktidar kaybı anlamında– tehdit-ayak oyunu olarak algılandı. Kürtler 1990’ların dünyasında kalsın, yaşasın istendi adeta.

Nitekim, işte mesela Sebahat Tuncel, 1996’da Dersim’de bayrak merasimi sırasında hamile kadın kılığına girerek düzenlediği intihar saldırısıyla sekiz askerin ölmesine, 29 askerin ise yaralanmasına yol açan Zeynep Kınacı’nın anma etkinliğinde “Biz bugün rahat siyaset yapmamızı, bu kadar rahat konuşmamızı bu mücadeleye ve bu arkadaşlarımıza borçluyuz. 30 yılda çok büyük emekler ve çok büyük bedeller verildi. Ancak halen yolumuz var. Zilan yoldaşın canını ortaya koyarak sisteme karşı vücudunu bomba yapıp patlatmasını kendi mücadelemiz olarak görmeliyiz. (...) O zaman biz şehitlerimizi anarken sadece onların önünde saygı ile eğilmekle değil, onların yaşam idollerini kendimize yaşam idolü olarak görmeliyiz” gibi laflar etti.

29 ekim günü Bingöl’de üzerindeki bombayı patlatarak, çocuklarının ölmesini engellemek için bombacının üzerine kapaklanan Hatice Belgin ve Mehmet Çibuk’un ölümüne, 21 kişinin yaralanmasına neden olan PKK’lı Nazlı Görer’i de BDP’liler toprağa vermişti yine.

Deniz otobüsünü kaçıran Mensur Güzel’in geçen salı günkü cenaze töreni ise bir drama sahne oldu. Naaş morgdan gizlice kaçırıldı, camiye getirildi. Polis bundan habersiz olduğu için camideki tabutu boş zannetti, anne Sitiye Güzel’i mezarlığa götürmek istedi. Bu sırada polis ve BDP’liler çatışıyordu çünkü. Polis camiye gaz bombası attı. Nihayetinde tabut açılmak, anne Sitiye Güzel çocuğunun delik deşik cesedini görmek zorunda kaldı ve “Kurban olayım bırakın, tek isteğim oğlumu gömmek” diye isyan etti.

Bu ahlaksız netliği, yani “haklı ve meşru” şiddet kutsamasını mahkûm etmeden nereye varılabilir soruyorum?

Devlet şiddet meşruiyetini güvenlik sorumluluğundan, örgüt ve hinterlandı ise geçmişte ve şimdi yapılan mağduriyetlerden alıyor. Haliyle, bunun ufuk çizgisinde bir sonu görünmüyor. X sonsuza giderken, binlerce ölüm daha demek bu. Bu ahlaksız netlikten kurtulmalı. Ama iki taraf da, bu netliği karşı tarafın kurmasını bekliyor...

Devlet ve örgüt arasındaki asimetriden yola çıkarak “ama”lar manzumesi dizenler var. Mesela Nuray Mert “BDP’ye yönelik haksızlıklar devam ederken ben onlara eleştiri görevimi ihmal ederim” diyor. Böyle düşünenler, eğilimi bu yönde olanlar var. Aramızda bir tartışmadır gidiyor. Devleti sevmiyor ve güvenmiyor olabiliriz, tamam. Ama devleti nitelikleriyle sabit bir değiş(e)mez olarak gördüğümüzde, zaten verili mücadele biçimlerinin değişmesine de gerek kalmıyor.

Peki, o devlet kendi kendine mi değişecek? Onu hep birlikte bizler değiştireceğiz. O zaman, örgüt sivil öldürürken ve devleti değiştirme imkânlarını bir bir heba ederken, eleştiriyi bir kenara bıraktım, insanlığımızı da mı ihmal edeceğiz? Bu soruyu Kürt sorununun yükünü tüm saldırılara rağmen yüklenmiş, bu devletin suçlarını korkmadan en sarih şekilde yazmış ve yazacak olan bir gazetenin yazarı olarak soruyorum.


mesayan@markaresayan.com

TARAF