Bundan önceki yazım, ’Bayram günlerinde; dereden tepeden..’ başlığını taşıyordu.. Ve o başlıktan da anlaşılacağı üzere, içinde birbiriyle ilgili-ilgisiz birçok konuyu içeriyordu..
Ama, bunlardan sadece birisi üzerinde epeyce bir gürültü kopmuşa benziyor..
Bu, âdetâ, bir kutsala dokunulmuşcasına verilen tepkilerden anlaşılıyor.. Gerek e-mail adresime gönderilen iletiler ve gerekse yazımın yayınlandığı bazı internet sitelerindeki yorumlar bunu gösteriyor..
O yazıda, ‘...İsrail isimli siyonist rejime karşı çetin mücadeleleri teşkilatlandırmasıyla her türlü övgüye lâyık olan (...) Lübnan- Hizbullah Lideri S. Hasan Nasrullah yaptığı konuşmada, konuyu arabçı bir pencereden bakmak gibi bir yanlışa düştüğüne işaretle, ’arabların büyük bir kısmı, İbrahim Nesli’ndendir..’ sözüne değinmiş ve ’İbrâhim Nesli’nden, ’Âl-i İbrahîm’den maksadın etnik olmadığını, onun bir ’imanî beraberlik’ olduğunu Nasrullah gibi birisinin gözardı etmiş olması, teessüfe şayandır..’ demiştim..
Bunu söylemek gereğini duyuşum, Kudüs ve Filistin Mes’elesi’nin bir ’Arab -İslam Mes’elesi’ gibi algılanmasına karşı duyguğum tepkileri de içinde taşıyordu.. Nitekim, bu yüzden, o yazıda Tunuslu müslüman liderlerden Râşid el’Ğannuşî’den, ’Arab demeksizin, sadece İslam diyecek olursak, kamuoyunda bizim sözlerimize pek kulak veren olmaz..’ şeklindeki bir anekdotu da eklemiştim..
İsterseniz buna, ünlü müslüman düşünür ve siyasetçi Hasan Turabî’nin Sûdan’da iktidarda olduğu dönemde bazı söz ve davranışlarındaki yanlışlığını da ekleyebiliriz, örnek olarak.. O Turabî ki, yıllarca General Cafer Numeyrî diktatörlüğüyle sıkı işbirliği yaptı, onu ıslah edeceği umuduyla.. Sonra, Numeyrî 15 yıla yaklaşan iktidarından bir askerî darbeyle devrilip, bir seçimde Turabî de safdışı olunca..
O askerî darbe sonrasında, yapılan bir seçimi ve Halkın desteğini kazanan -kayınbiraderi- Sâdıq el’Mehdî’nin iktidarına karşı, entrikalar çevirip, General Ömer el’Beşîr’e ihtilal yaptırdı, ona en büyük desteği sağladı ve kendisi de Meclis Başkanlığı’na kadar geldi ve Arab- İslam Konferansı diye bir toplantı tertib etti.. Bu isimlendirmenin yanlışlığı kendisine hatırlatıldığında, muhatabların arab olması ve arabların ilgisini çekmek için böyle davranıldığı gibi bir ma’zerete sığındı..
Sonra da, El’Beşîr, onu safdışı etti..
Başka zaman ve mekanlarda, Türk-İslam, Kürd- İslam, Fars- İslam, Peştun- İslam vs. gibi terkiblere karşı çıkacağız ve ama, siyaseten bugün muhabbet beslediklerimizin yanlışlarına te’viller geliştirmeye çalışacağız.. Böyle bir yaklaşımın mantıkî bir tutarlılığı var mıdır?
*
Bazı okuyucular, Nasrullah’ın o konuşmasının tamamına bakmamı tavsiye ettiler.. Halbuki, ben o konuşmanın tamamını görmüştüm.. Sözkonusu uzuuun konuşmadan aktardığım o kısmın öncesi ve sonrasındaki güzel sözlere bir itirazım yok.. Benim sözüm, aktardığım o bir kaç cümlenin, yazının tamamıyla örtüşmemiş olmasına, çelişki ifade etmesinedir..
Ben o sözü, Nasrullah’a yakıştıramadığımı ve o sözlerin beni şaşırttığını söyledim, yine söylüyorum.. Onun o sözleri inanarak söylediğine inansam; bazıları gibi, o sözleri kutsal bir metni tefsir eder gibi, şu mânaya gelir diye şu veya bu tarafa çekmeye gerek duymaz, onu da, kavmiyetçiler kafilesine eklerdim.. Kaldı ki, Nasrullah’ı ve ondan önce de merhum şehîd Seyyîd Abbas Mûsevî ve şehîd Fethî Şiqaqî gibi isimleri yeni tanıyor değilim..
Ve bazılarının adetâ kutsallaştırdığı bir ismin, ’farsça dünyanın en tadlı lisanlarından birisidir, farsçayı kutsal bilmeliyiz..’ şeklindeki bir sözünün yanlışlığını, başkalarında da mukabil kavmiyetçi duygular uyandıracağı gerekçesiyle, en üst seviyelerde açıkça dile getirmişimdir.. (Bu vesileyle belirteyim ki, ’Kur’an mukaddes olduğuna ve o da arabça olduğuna göre, arabça da mukaddestir..’ diyen anlayışlara da karşı olduğumu her zeminde açıkça belirtmişimdir.. Çünkü, kutsal olan sadece Kur’an metnidir, arabçanın kendisi değil.. Ve hiçbir dil bizzat değersiz değildir, ona yuklenen değerlere göre yücelir veya değersizliklere göre, o sözler alçalır..)
Hz. İbrahim’in Nesli’nin arab veya yahudi olması veya olmaması, kan bağı bakımından beni hiç ilgilendirmiyor.. ’Arabların büyük bir kısmının İbrahîm Nesli oldukları’ sözüne itirazım bunun içindir.. Bu sözde, arabların büyük bir kısmının sâlih olduğuna vurgu yapıldığı değildir, ilk akla gelen.. Yani, başka kavimlerden müslümanlar, arab olmadıkları takdirde, o toprakların kendilerine va’dedilmiş olduğunu düşünmek hakkını kendilerinde görmemeli midirler? Kaldı ki, arab dünyasının okumuş-yazmış kitlelerinde de, Kur’an’ın dili de olan arabça konuşmaları ve Hz. Peygamber (S)’in kendi aralarından çıkmış olması hasebiyle, kendi kavimlerini öne çıkarmak eğilimi yaygın şekilde vardır; maalesef..
Benzer kavmî ve lisanî kutsamaları hemen bütün müslüman coğrafyalarında da görüyoruz..
Halbuki, bir müslüman olarak, Hz. Âdem’in oğulları (Benî Âdem) arasında, kan bağından dolayı bir üstünlük veya alçaklık anlayışını asla kabul edemeyiz. Bu yüzden, her kim, herhangi bir kavmi, kan bağından dolayı alçaltır veya yüceltirse, onun yanlış yaptığını ve Resul-i Ekrem (S)’in arab olması yüzünden arab’ı yüceltenlerin de, İslam’ı sahih şekilde anlamadığını düşünürüm.. Ki, Afganistan’tan Batı Avrupa’ya kadar uzanan bütün coğrafyalarda, şu veya bu kavmin üstünlüğü veya alçaklığı gibi iddialara, kavmiyetçi eğilimlere, 35 yılı aşkın bir zamandır karınca kararınca devamlı karşı çıkan birisinin, bu hassasiyetini bu noktada da göstermesinden dolayı, bu ne hiddet, bu ne celâl?..
Ben o gibi cümlelerin yanlış olduğunda ısrar ediyorum.. Bütün yeryüzü, Allah’ın salih kullarına vaad olunmuştur.. Bunu Nasrullah’ da söylüyor, sözlerinin sonunda.. Ama, o sözün içinde, arabların büyük kısmının İbrahîm Nesli’nden olduğunu söylemesini anlayamıyorum.. Kaldı ki, tekrarlayalım, İbrahîm Nesli’ne yapılacak vurgu, kan ve dil bağı veya coğrafi bir bağ olamaz..
Ve bir sözde sarahat olunca, ictihada, yoruma mesağ yoktur..
Kimisi de, Nasrullah’a ’arabçı’ dediğim sanıyor.. Ben öyle demedim.. Ama, bu bir hatalı yaklaşımdır, dikkat edilmezse, sonunda oraya da varabilir..
’Türk’ten bahseden herkesi nasıl türkçü saymıyorsam, ’arab’dan bahseden herkesi de arabçı saymıyorum.. Ama, ’Her şey Türkiye için..’ sloganını partisinin temel sloganlarından birisi olarak seçen bir Tayyîb Erdoğan’ı da defalarca eleştirmişimdir..
Beyinlerinde tereddüdlere yer verenlere, bir önceki yazımın, ’İslam ve müslümanları şu veya bu kavme ipotek etmek olacak şey mi?’ ve ‘İslam Milleti’ anlayışını ‘ilkellik’ zanneden bir kabileci anlayış..’ bölümlerini yeniden okumalarını ve üzerinde düşünmelerini tavsiye ederim..
*
Böyleyken, yoksa yanlış olduğuna inandığımız bir takım söz veya davranışların kenarından, ’evet, efendim’ci bir anlayışla geçmemiz ve o gibi muğlak bir takım ifadeleri gündeme getirmekten kaçınmamız ve birbirimize yağcılık mı yapmamız mı gerekir? Nasrullah’ın da yanlış beyanının olması mümkün değil midir?
’İkonlaştırılan isimler’ işte böyle yaklaşımlarla oluşturulmuyor mu?
Ki, o konuda yorum yazan bir okuyucu, ’bu gibi bir sözü onun kendi ağzından duysam yine inanmam, ses montajdır derim..’ diyor.. Böyle birisine söyleyecek nasıl bir söz bulunabilir?
Daha önce de, Lübnan Savaşı sırasında, Nasrullah’ın, ’böyle saldırılacağını bilseydim, o askeri kaçırtmazdım..’ dediğine dair bir sözünü aktardığımda, o günlerde yazı yazdığımı gazetenin okuyucularından birçok eleştiriler ve ölçüsüz yergiler almıştım..
Hayır o öyle bir şey söylemez, söyleyemezdi, asla..
Ve sonra, ’Bu sözün İran’da yayınlanan bir gazete tarafından uydurulmuş olduğu’ ileri sürülünce, o gazete, töhmet altında kalmamak için, ses kaydını yayınladı.. Ama, inanmak istemeyenler yine bir şeyler uydurdular..
Bu kadar ’hatasız ve hattâ kutsal lider’ tipi oluşturma çabası, akla da, kalbe de zarar vermez mi?
*
Bir okuyucu da, o yazımda, Libya Lideri’nin doğru sözüne itiraz ettiğimi sanmış.. Yazık.. Onun, Ehl-i Beyt ve şia ile ve Fatîmî’lerle ilgili sözünü aktaran da benim.. Ama, o, her zaman yaptığı gibi, arabçı bir yorumla yaklaşmıştı konuya ve Ehl-i Beyt’in anlaşılmasında evleviyetin, önceliğin arablarda olduğunu söylemekteydi..
Bir okuyucu da, Kaddafî’nin ’müslümanların bugünkü perişanlığının, sahih Ehl-i Beyt kültüründen uzak kalmalarından kaynaklandığı’na dair sözlerini alkışlıyor.. Halbuki, Kaddafî’nin nasıl gayr-i sahih (sahih olmayan) bir Ehl-i Beyt anlayışı taşıdığını o sözlerin içinden çıkarıp üzerinde düşünmeli değil miydi?
Kaldı ki, Fâtımî’lerin ve onların dayanağı olan İsmailiye’nin büyük bir sapkınlık içinde olduğunu ve onların hattâ müslüman olmadığını bile söyleyen ve bunu kitablarında yazanlar kimlerdir? Bunlar niye düşünülmez?
Aynı durum, o yazımda geçen Zeydî’ler için de geçerli iken; bugün, Yemen’deki o korkunç boğuşma ve kanlı karışıklıkların sadece şiîlerin ezilmesi olarak gösterilmesinin yanlışlığına ve asırlardır şia diye bile kabullenilmeyen Zeydî’lere bugün şia diye sahib çıkılmasının sağlıksızlığına işaret edilmemeli mi?
*
Bir okuyucu da, benim İİC, Ehl-i Beyt ve Şia konularındaki yaklaşımlarıma hayret ettiğini yazmış..
Bu sözleri nasıl anlamalı bilmiyorum.. Çünkü, maksad açıkça ifade edilmemiş..
Bazıları istiyorlar ki, İİC konusunda da, herkes kendi düşündükleri veya itimad ettikleri odaklarca kendilerine duyurulan bilgilere paralel bir çizgide yazı yazalım.. İstiyorlar ki, resmî siyasetleri olduğu gibi alkışlayalım.. Halbuki, bu totalist anlayış yanlıştır..
Ve ayrıca, nice kalemler var ki, Refsencanî, Khatemî ve Mûsevî’lerden bugün, bir kişiye şer’î bağlılık adına hainler icad ediyorlar.. Kaldı ki, İnkılab Rehberi son Ramazan Bayramı namazında okuduğu hutbede, isbatlanmamış iddialarla kişilere töhmet vurulmasının kabul edilemezliğini dile getiriyordu.. Her ne kadar, o gibi yayınları yapanların birçoğu da bizzat kendisi tarafından tayin edilmiş olduğu halde.. Ve o kalemler saldırılarına hâlâ da devam ediyorlar.. ’Hikmet-i hükûmet’ mi, ’ilm-i siyaset’ mi desem, bilmiyorum..
*
Bu arada..
İİC, şia ve Ehl-i Beyt gibi konularda sık sık karşılaştığım sualler için ise, 24 Ağustos 2009 günü (haksoz.net’te) yaptığım ve ’Kendimi sadece 'müslüman' olarak biliyorum!’ başlığıyla yaptığım açıklamayı burada tekrarlamam gereğini duyuyorum:
(Yazılarıma yapılan tenkıdlerde doğrular da olabilir, gerekeni almaya çalışıyorum. Ama, bu görüşlerin herbirisine cevab vermeyişim, onları kabul ettiğim şeklinde de anlaşılabileceğinden, açıklama bazen çok gerekli oluyor.
'İİC konusundaki değerlendirmelerimi, içerden, şia aqıdesine bağlı olarak yaptığım' ifadesi de bu çerçeveden..
1- Ehl-i Sünnet atmosferi ve kültürü içinde büyüdüm. Amellerimi de bu fıqhî çerçeveye göre yaparım. Ama, kendimi sadece 'müslüman' olarak nitelerim ve herhangi bir mezhebî yorumun bağlısı olarak değil.. Ve şu veya bu mezhebe değil, Allah'ın dinine bağlı olmakla sorumluyum.
İnsanın, yaşadığı coğrafyalardaki hâkim inancı benimsemesi gereği üzerine bir bir kural yoktur. 'Müslüman', hiçbir coğrafî mekânın ve zaman dilimin esiri değildir.
2- 'Ehl-i Sünnet' veya 'Ehl-i Şia' adına 13 asır boyunca geliştirilmiş bir aqaid, mantık ve kültür geleneği ve silsilesi vardır.. Her ikisinden veya kendilerini İslâm'a nisbet eden cereyanların herbirisinden alınabilecek bir çok doğrular olduğuna inanıyorum.
3- 'Amerikan ve diğer emperyalistlerin İİC ile bu kadar uğraştığı bir dönemde bu konulara değinilmesi'ni eleştirenlere sorarım: Meğer, İİC'nin, 30 yıldır, öyle olmadığı bir dönem mi var ki? Bu gerekçe, yanlışlara gözyummaya cevaz olur mu? Kaldı ki, İİC uygulamasında, bütün müslümanları da ilgilendiren mes'eleler vardır. Bunlardan birisi de, toplumun başına geçenlerin yönetim süresidir. Bu, genelde konuşulamaz bile..
4- 'Velayet-i faqih' kavramı üzerindeki farklı yorumlar, şiî-müslüman beyinlere aiddir.
5- Seçim göstermelik yapılamaz. 'Liberal, demokrat' vs. değil; bir 'hür müslüman' olarak, 'İslam'ın, 'hürr insan'ları muhatab aldığına, halk'a zorla bir yönetim tarzı dayatılamıyacağına inanırım.
Hz.Resul(S)'ün bile, ümmetiyle bey'atleştiği ilk dönem hariç, asırlarca uygulanamıyan ’halk ile meşveret'i illâ liberalizm veya demokrasi veya sandık düşkünlüğü olarak görenler, İslam'ın 'şûrâ' hükmünün hayata nasıl yansıtılacağı üzerinde de kafa yormalılar.)
*
Yine aynı sitede, bir takım yanlış değerlendirmelere karşı 28 Ağustos 2009 günü yaptığım iki açıklama da şöyle idi:
(Yazılarıma eklenen yorumlar arasında bazen öyle ağır iddia ve ithamlar oluyor ki, onlar karşısında sessiz kalmanın da sorumluluk ve vebal getireceğini düşünüyorum.
Mesela, bir yorumcu 'İran'ın bütün enerjisini sadece 2500 yıllık bir Pers imparatorluğu için harcadığını, binlerce insanın gayriislamî gayeler için ölüme gönderildiğini, Müslümanların birbirine kırdırıldığını, insanların insanî bile olmayan esaslara göre idam edildiğini,İslamî liderliğin derin güçler elinde bir kukla olduğunu,İran’ın tek hedefinin insanları şiîleştirmek veya fars ırkına hizmet etmesine sağlamaktan başka hiçbir şey olmadığını' vs. iddia edebilmekte..
Bu kadar ağır iddiaları tekrarlayan kimseler sanıyorum ki, çok yanlış kaynaklardan su içmiş olmalılar.. Elbette her toplumda, en aykırı görüşleri dile getiren kimseler de olabilir, ama, İİC uygulamasında, çeşitli sebeplerden neş'et eden nice hatalar olsa bile, bu derece ağır isnadlarda bulunulmasını doğru bulmuyor ve bunun hem halkın geneline ve hem de İİC yönetim kadrolarına ağır bir buhtan olacağını düşünüyorum..
O gibi iddialarda bulunan niceleriyle ben de yıllarca karşılaştım ve tartıştım.. Ki, onlardan tek bir kişi bile yoktu ki, İslamî hedefleri olsun veya İslam İnkılabı'na sıcak baksındı..
Ben de nice yanlışları biliyorum ve yazabilirim, ama, samimiyetle, 'İlâ'y-ı Kelimetullah' (yani, Allah'ın dininin yüceltilmesi) hedefine samimiyetle bağlı ve bunun için kan ve can veren insanlara duyuğum saygının gereği olarak, genelde susmayı tercih ediyorum..
O halde, birileri haddi aşan, ölçüsüz söyler söyledi diye, biz de mukabil ölçüsüzlüklere düşersek, bizim bize muhalif olanlardan ne farkımız kalır?
2 500 yıl öncelerdeki sahte kutsalları diriltmeye çalışanlar olsa bile, onları İslam İnkılabı ile iliişkilendirmek, gerçekten de ağır bir haksızlık ve vebal olur. (…)
(Bir sistemin içinde olanlar bile kesin isbat delillerine ulaşamazken...
Bir yorumcu, bir fetva ile 8 bin kişinin kurşuna dizildiğini söyleyebiliyor ve 'bu iddiaları isbatlamaya hazırım..' diyecek kadar ısrarlı..
Haklarında idam hükmü verildiği halde, hükmü infaz edilmeyen, infazları ilerdeki şartlara bağlanmış bazı kişilerin, İran-Irak Savaşı yıllarında, özel şartlarda, ertelenmiş olan idam hükümlerinin kaldırılması ve infaz için destur verildiği iddiaları sözkonusu olmuştur, ve bunlar doğru da olabilir.. Ama, sonra bunun binler halinde diye büyük rakamlara dayandırılması!?. Kaldı ki, o iddialar bile sâbit ise, fetvâ ile idâm hükmü verilmiş olmuyor, verilmiş olan ve fakat ertelenmiş bulunan hükümlerin infazı için fetva verilmiş oluyordu..
Kaldı ki, öyle bir iddiayı isbatlayabilmek için, suçlanan sistemin gizli belgelerine ulaşmak gerekir.. Ben o konuda kesin bir bilgiye de, maharete de sahib değilim.. Bu iddiayı yapan arkadaş'ın öyle bir mahareti varsa, ne diyebilirim..
'Bilginizle söyledikleriniz aynı değil kanaatindeyim' diyor, bu yorumcu..
Doğrudur, her bildiğimi yazmam ve her yazdığım da mutlak doğru demek değildir.. Ama, doğru olduğuna inandıklarımı yazarım.. Bu hatırlatmayla yetiniyor ve ayrıca bu sütunu birileriyle veya bu satırların sahibiyle cedelleşmek için kullanmak isteyenlere karşılık vermemeye özen gösteriyorum.’)