Melina Borčak / Perspektif.eu
“Bu mülteciler neden akıllı telefon kullanıyor?”
Geçtiğimiz aylarda hem siyaset hem de medyada “2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki ilk savaş” şeklinde yanlış bir konu başlığı tartışıldı. Avrupalı insanların başka bir ülkeye iltica etmesinin ne denli alışılmadık olduğu dile getirildi. Bu esnada aslında 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da milyonlarca Avrupalı mültecinin var olduğu görmezden gelindi. Anlaşılan o ki o zamanki mülteciler daha az önemliydi.
Mültecilere hiçbir şeyi layık görmemek
Küçük bir erkek çocuğunun cesedi, onu öldüren dalgaların yanında, deniz kıyısında hareketsiz yatıyor. Alan Kurdi’nin bu fotoğrafı mültecilerin ölümü konusunda Avrupa Birliği toplumunun umursamaz tutumunu kısa bir süreliğine rafa kaldırmıştı. Fakat bu durum hiç de uzun sürmedi. Hatta bu kısacık “hoşgörü kültürü molası”nda Alan Kurdi bile bazı insanların nefret duvarlarında gedik açamadı. Konforlu dairelerinde, pahalı bilgisayarlarının başında bu insanlar Alan’ın cesedinin üzerindeki elbiseleri analiz ettiler. Elbisesi güzel olduğu için onun gerçek bir mülteci olamayacağını iddia ettiler. Bunun bir trajedi olduğunu kabul edip, Alan’ın asıl katilinin onu bu yolculuğa çıkaran babası olduğunu söylediler. Oysa önceden de çocuklarını yanlarına almayıp tek başlarına kaçan erkeklerin korkak ve hain olduklarını, bunların gerçek mülteci olarak kabul edilemeyeceğini ifade etmişlerdi. Bu anlattıklarımın hepsi Alan Kurdi’nin ölümü üzerine yapılan yorumlarda hâlâ okunabilir.
Bu tartışmanın da göstereceği üzere, mültecilere hiçbir şeyi layık görmeme geleneğine sıkı sıkıya bir bağlılık söz konusuydu. Suriyeli mültecilerin maruz kaldığı “Bunlar neden akıllı telefon kullanıyorlar?” tartışmasının bir devamıydı bu. Oysa mültecilerin tabii ki akıllı telefonları olacaktı. Zira bu insanlar Taş Devri’nden değil, savaştan kaçıyordu. Suriye’nin dünyadaki en eski medeniyetlerden birine ev sahipliği yaptığı, medeni bir ülke olduğu gerçeği Almanya’daki çok sayıda insana yeniden anlatılmak zorunda kalındı.
Barışçıl kıta için alışılmadık bir savaş
Mülteciler hakkında yapılan tartışmalarda “medeniyet” kavramını gerçek anlamıyla değil de bir silah gibi kullanma şeklinde genel bir eğilim söz konusu. Ukrayna’daki savaşın ilk başladığı günlerde Ukraynalıların -diğer mültecilerin aksine- “nispeten daha medeni”, “bizler gibi” ve gerçek yardıma ihtiyaç duyan gerçek insanlar olduklarını sıkça duyduk. Bu empati yoksunluğu çok kişi tarafından fark edildi. Söz konusu tutum Ukraynalıların da Avrupalı olduğu, ülkelerinde yaşananların bu barışçıl kıta için hiç de alışılmış bir şey olmadığıyla temellendirildi. Bunun yanlışlığını ispat etmenin en kolay yolu, Avrupalı diğer mültecilere geçmişte yapılan ve hâlâ yapılmakta olan muameleye göz atmak.
Avrupa’nın AB bünyesinde işlediği en büyük ve aynı zamanda hemen hiç bilinmeyen suçlarından biri Bulgaristan’daki Türklerin zorla asimile edilmeleri, zulme maruz bırakılmaları ve ülkeden tehcir edilmeleridir. Bundan 30 yıl önce Fransa’nın yüz binlerce İtalyan kökenli insanı tehdit, şiddet, insanlık dışı yasalar ve uluslararası siyasetin sessiz onayı eşliğinde ülkeden uzaklaştırdığını hayal edin. Bu durum da Bulgaristan’dan sürgün edilen Türklerin acıları gibi unutulup görmezden gelinir miydi?
Çin’de üç milyon beyaz Hristiyan’ın toplama kamplarında dünyanın ilk yüksek teknolojili soykırımına maruz bırakıldığını, işkenceye tabi tutulduğunu ve zorla kısırlaştırıldığını düşünün. Baskılara dayanılamayıp soykırımdan vazgeçilene kadar AB bünyesindeki bütün manşetler bu konuyu işlerdi.
Aslında bu senaryoları tasavvur etmeye gerek de yok. İspanya ve Portekiz’in gerçekleştirdiği “Reconquista” esnasında o coğrafyadaki bütün Yahudi ve Müslümanlar ya öldürüldü ya da sürgün edildi. Portekiz ve İspanya sürgün edilenlerin torunlarına vatandaşlık teklif etti. Ama tabii ki sadece sürgün edilen Yahudilere; Müslümanlara değil.
“Tıpkı bizim gibiler!”
Kimin mülteci olarak kabul edilip edilmeyeceği, kime nefret yerine anlayışla muamele edileceği soruları sorulduğu zaman AB’de ırkçılık had safhaya ulaşıyor. Bu aslında herkesin bildiği bir sır: Müslümanlar, Afrikalılar ve diğer marjinalleştirilmiş topluluklar bu sözde erdemliler kulübüne dâhil değil. Belki de bunun en iyi örneği 1992-1996 yılları arasında soykırıma uğrayan Boşnak Müslümanların gördüğü muamele. Bosna’ya karşı yapılan savaşla Ukrayna’ya karşı yapılan arasında çok fazla benzerlik söz konusu. Her ikisi de milliyetçi bir diktatör tarafından Avrupa’nın göbeğinde başlatılmış savaşlar ve her ikisinde de beyaz tenli savaş mağdurlarının acısı doğrudan beyaz tenli televizyon izleyicilerinin ekranına aktarıldı/aktarılıyor. Ancak sıra Avrupalı siyasilerin tepkilerine gelince tam bir zıtlık söz konusu. Irkçı mantıkta “Dış görünüşleri tıpkı bizim gibi” ile “Tıpkı bizim gibiler” arasında büyük bir fark var ve sadece bu ikinci grubun acısı paylaşılmaya layık olarak görülüyor.
Ukrayna’ya çok sayıda ülkeden silah nakliyatı gerçekleşti. Hatta Almanya’nın silah nakliyatını onaylamada yavaş davranması skandal olarak nitelendirildi. Buna karşın Bosna silah ambargosuna maruz kalmıştı; öyle ki kendisinin silah üretmesi bile yasaktı. Saldırıya maruz kaldığında Bosna bağımsız, uluslararası tanınan bir ülke olmasına rağmen bir orduya sahip değildi. Avrupa’nın en büyük askerî güçlerinden biri tarafından saldırıya uğrarken, saldırganlar uzaktan baktıklarında silahsız ve çaresiz oldukları anlaşılmasın diye Bosnalılar ellerinde oyuncak silahlar ve silah şeklinde oyulmuş tahtalar tutuyorlardı. Üniformaları da yoktu. “Askerlerin” çoğu basit sivillerdi. Bazısı matematik öğretmeni, bazısı garson, bazısı emekliydi. Ya kilerlerinde saklanıp ölmeyi bekleyeceklerdi ya da çıkıp kendilerini savunacaklardı. Başka bir alternatif yoktu.
Avrupa’nın iş birliği
Ukrayna’nın aksine Bosna’ya kendini savunma izni de verilmemişti. Fransa’nın o zamanki başkanı François Mitterand’ın Bosna’nın bağımsızlığından hoşnut olmadığı sır değildi. Bill Clinton’un biyografisinde anlatıldığına göre İngiliz diplomatlar dört yıl süren bu soykırımı “Hristiyan Avrupa’ya acı ama gerekli bir dönüş” olarak görüyorlardı. Başka AB diplomatları da Avrupa içerisinde bir Müslüman ülke bulunmasının “doğal bir durum olmadığı” kanaatindeydiler. Bosna’nın ordusu dört yıl boyunca cesur bir şekilde direndi. Bir kıtanın neredeyse tamamı bir ülkeye karşı iken buna nasıl direnirsiniz? Hele ki hemen hiçbir yerden yardım alamazken?
Ukraynalı askerler medyada ve siyasette genel anlamda kahraman olarak görülüyorlar. Rus tanklarını Javelin roketleriyle vurmaları direnişin sembolü hâline geldi. Tek bir Javelin roketinin maliyeti bütün Srebrenica şehrini savunmaya yetecek sayıda silahın maliyetinden daha fazla. Srebrenica’nın akıbeti ise herkesin malumu. Hollandalı barış gücü askerleri Srebrenica’nın duvarlarına ırkçı içerikli grafitiler yazarken, Sırp ve Rus katiller aynı duvarları kana boyadılar. Fransız, İngiliz ve Alman siyasiler elleri kolları bağlı bir şekilde olan biteni izlediler. Bunların hiçbirinin suçu Ukraynalı mültecilerin değil. Bu insanlar şu günlerde hayatlarının en acı günlerini yaşıyorlar ve tek yaptıkları şey sonuna kadar dayanmaya çalışmak. Bu suçun asıl sahibi başka mültecilere bu hakkı tanımayanlar.