Burç FM'de, 23 Nisan'da yayınlanan yorumum şu cümle ile başlıyordu:
"Kaç gündür, Siirt'teki olayla ilgili içimde yaşadığım öfkeyi, acıyı, derin hüznü okuyucularımla, dinleyicilerimle paylaşabilme sancısını yaşıyorum.
Nasıl bir iş bu! Toplumumuz adına nasıl bir utanç bu! Kahredici acı bu!"
Siirt'teki olayla ilgili haber, "Dördü kardeş, 7 ilköğretim okulu öğrencisi kıza 14-70 yaş arası onlarca erkeğin tecavüz ettiği"ni anlatıyordu.
100 kişi sorgulanmış, bunlardan 17'si tutuklanmıştı. 25'i gözaltındaydı.
Haberin detayında, iki yıldır cinsel istismara maruz kalan kız kardeşlerin, bu işte, bir çikolata, bir gofret karşılığı kullanıldığı yazılmaktaydı.
Yine haberin detaylarında, cinsel istismar işine, okulun müdür yardımcısından tutun, mahalle bakkalına, asker amcalara, polis ağabeylere, hatta daha kötüsü, "hacı dede" diye nitelenebilecek insanlara kadar herkes vardı.
Dün, medyaya, bu defa Pervari'den tüyler ürpertici bir hadisenin haberi yansıdı. Ve bu defa, gaddarlık fiilinin öznesi de nesnesi de çocuklardı. Anlatmaya dilim varmaz. Ama vahşet kelimesinin içi nasıl doldurulursa öylesine doldurun ve bu işi yapanların çocuklara karşı çocuklar olduğunu düşünün. Şantaj var, tehdit var, kendini kurtarmak için akraba çocuklarını bile kurban vermek var, tecavüz var, cinayet var...
Var, var, var ve bunları çocukların yaptığı kahredici gerçeği var.
İşte bu noktada, Siirt'teki olayla Pervari'deki kesişiyor.
Ben, Siirt'teki için şunları söylemişim. Gelin onları Pervari için de birlikte okuyalım:
"Ne bu? Bir gofretle insanlığı biten bir güruh. Çocuk masumiyetinin silinip gittiği bir anlaşılmaz hadise... Bu, biz miyiz?
Geçen çarşamba günü Erzurum'daydım. Orada, Deniz Feneri Derneği'nin yardım faaliyetleri anlatıldı bana.
Anne babayı kaybetmiş, en büyüğü 16 yaşında bir kız olan, 6 kardeşli bir aileden söz edildi.
Yardım için eve vardıklarında, kapıda, topuğuna basılmış bir erkek ayakkabısı görüyorlar.
Evin ablası, bunu, evde erkek var sanılsın ve dışarıdan herhangi bir tecavüze maruz kalınmasın diye koyduklarını söylüyor. Evin ablası, gece kapının eşiğinde, elinde tüfekle sabahlıyormuş çoğu zaman.
Bu, bizim toplumumuz mu? İnsanların evinin kapısını güvenle kapayamadığı ülke bizim ülkemiz mi?
Ben, bugünlerde birçok Kutlu Doğum toplantısına katılıyorum. Anadolu'nun her ili, ilçesi Kutlu Doğum toplantılarına sahne oluyor.
Erzurum'da da onun için bulunuyordum.
Anlatılanı duyunca, hemen aklıma Siirt vahşeti geldi ve içim kavruldu.
Ben, bu toplantılarda, Rasulullah Efendimiz'in "Rahmeten lil alemin" vasfını anlatıyorum ve "Biz de, diyorum, rahmet toplumları olmalıyız, O'na bağlı isek, rahmet insanı olmalıyız, onun elinden gerçekten tutuyorsak."
Sonra hayatın her alanında nasıl rahmet insanı olunur, rahmet toplumu ne demek, bunu anlatmaya çalışıyorum.
Sonra, İslam toplumlarının yaşadığı rahmetsiz görüntülerden söz ediyorum.
Irak'ta bombalanan Şii-Sünni camilerini, bizde yaşanan cinayetleri anlatıyor, "Bu özelliğimiz Rahmet Peygamberinin ümmeti olmaya layık mı" diye soruyorum.
"Peygamberimizi anmak, sadece O'nu övmek değildir" diyorum.
"Onun gibi olmak, O'nun elinden tutabilecek temiz ellere sahip olmak gerekir" diyorum.
Babayı, evde bir rahmet insanı olmaya çağırıyorum. Anneyi çocuklarına veya hiç kimseye beddua etmemeye çağırıyorum. Evlatları, yaşlı anne-babalarına karşı rahmet bulutu gibi olmaya çağırıyorum. Eşleri birbirine karşı rahmet insanı olmaya çağırıyorum.
Devlet adamını, toplumuna karşı ancak rahmet ilişkisi içinde bulunmaya çağırıyorum.
İşadamını işçilerine karşı, işçileri işverenlerine karşı, esnafı müşterilerine karşı, üreticiyi, tüketiciye karşı, tüketiciyi üreticiye karşı, insanı canlı cansız tüm eşyaya karşı... Elhasıl tüm varlıkları, Rahmeten lil aleminin elinden tutarak rahmetle buluşmaya çağırıyorum.
Ne kadar hayati bir şey, "Alemlere rahmet" olanın, yeniden insanla, yeniden toplumlarla buluşması...
Bir düğmeye bas, Nagazaki-Hiroşima, içindeki insanlarla, çocuk, kadın, yaşlı genç demeden tüm insanlarla birlikte berhava olsun!
Ben, "Derileri zedelenmesin diye başlarına vurula vurula öldürülen fok balıklarını kim kurtaracak" diye sesleniyorum.
"Rahmeten lil alemin" diye veriyorum cevabını...
Arif Nihat Asya, "Gel ey Muhammed bahardır" diye sesleniyor Na't'ında.
Evet, gerçek bir çağrı ile çağırmak zamanı "Alemlere rahmet olan"ı...
İnsanlar bizde çürümüşse, başka nereye bakabiliriz ki, tedavi için?
İlk önce kendimize bakıp, çürümüş yanlarımızı görmemiz ve tedavi için kolları sıvamamız lazım.
Parça parça, çirkefin içine düşen insanlığımız... Siirt'te yaşanan o. Pervari'de yaşanan o.
Başka yerlerde de vardır o çirkefe dönüşme süreci...
Biz ki, yıllardır, aile içi aldatmaları "Aşk" diye izliyoruz ekranlarımızdan...
Yani bu çirkefe gözlerimiz, kulaklarımız alışıyor. Yani çürüyoruz gözlerle, kulaklarla, kalplerle...
Bu halimizle, Rasulullah Efendimiz'in yanında durabilir miyiz?
Ellerimiz böylesine çamura bulanmışken... Kalplerimizde böylesine bir kirlenme mevcutken?
İki yıldır günahın içinde yüz ve yüreğinde bir kanama olmasın!
Bak yüreğine demek lazım, orada duruyor mu hâlâ? Hâlâ insanlık orada duruyor mu?
Sormazsam olmaz:
Nasıl geldi insanlarımız bu insani çürüme noktasına? Kim bunun sorumlusu? Kim?
BUGÜN