Bu ‘Çobanlık Hikayesi', niye mi?

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Bizim özellikle de köy dilimizde 'çobanlık' mesleği, nedense 'fazla beceri istemeyen kimselerin işi' olarak bilinir ve 25-30 hanelik köyümüzün 30-40 kadar ineğinin güdülmesi işi, çobanlığı, köyün en beceriksiz, en çolpalarına verilirdi. (Siyasette de, beceriksiz tiplerin anlatılması için, 'Bunlar 2 kaz'ı bile güdemezler...' denilmez mi?) Gerçekte, çobanlık son derece beceri ve dikkat isteyen, gerektiğinde fedakârlık ve yiğitlik isteyen bir meslekti

'Çoban' hayvanları, akşama kadar derelerde, meralarda, ormanlarda, otlak bulunması muhtemel yerlerde 3-4 km. çapını geçmeyecek bir alanda güderdi.

Çobanların torbalarında, bir lahmacun büyüklüğü ve kalınlığını geçmeyen, (buğday unu bulunmadığından) lezzetsiz ve insanın ağzında büyüyen 'yavan arpa ekmek' yanında, bir baş da soğandan başka bir şey bulunmazdı... Bu ekmeği de keşik sırasıyla/ nöbetle, aileler verirdi. Mısır ekmeği olursa, o ötekilere nispetle yine de daha lezzetle yenilirdi. Çobanlar (ve de bizler) akşama kadar, o hayvanları güder ve bu arada, yaza doğru yeşermeye başlayan ve yol kenarlarında kendiliğinden yetişen yabanî erik , 'acık' (yabanî elma) ve 'çörtük' (yabanî armut)ların dallarından, henüz olgunlaşmamış, ekşiliği kaybolmamış ham meyveleri koparır ve elimizdeki o yavan ekmeğe katık yapardık...

Çobanın, 30-40 hayvanı sokamadığı dar alanlardaki otlaklı yerleri biz bildiğimiz için, kendimize ve emmilerimize ait 2-3 ineği, o dar otlaklara götürürdük.

Ama bizim gözümüzü en çok korkutan iki muzır yaratık vardı...

Birincisi, (mandaları değil) sadece sığır cinsini ısıran ve arıdan küçük sinekler...

Bu sineklerin sokması üzerine, sığırların kuyruklarını kaldırıp, her tarafa, ekili arazilere, tarlalara, zarar verecek şekilde gelişigüzel kaçmaları karşısında ne yapacağımız şaşırır, onların ardından kilometrelerce koşar, bazen ağlayacak hale gelirdik. Bazı sığırlar ise, tecrübe kazanmış olmalılar ki, kaçmak yerine yerlerde yuvarlanarak, o 'sinek'lerden kurtulurlardı...

Hani, Yunus Emre, 800 yıl öncelerde, 'Bir sinek bir mandayı kaldırıp yere urdu, / Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu...' diyordu ya, işte öyle bir durum... Biz de sineği göremezdik, ama eseri, bizi de perişan ederdi...

İkinci korkumuz ise, köy korucuları idi... Çünkü bizim inekler/ sığırlar ve onların yavruları olan düveler ve tosunlar, sinek sokması üzerine kaçmaya başladıklarında, ekin tarlalarını çiğnedikleri, zarar verdikleri gerekçesiyle, o korucular bizim hayvanları yakalayıp, rehin olarak götürürler, akşamları babalarımız gider, o rehin alınan hayvanlarımızı bir paket sigara veya 1-2 lira karşılığında serbest bırakırlardı... Bazı acımasız ve cahilin cahili 'korucu'lar da, bizi cezalandırmak adına, o hayvanların kulaklarını veya kuyruklarını keserlerdi.

*

Evet, bugünün nesilleri bu anlatılanları masal zannederler, ama 65 -70 sene önce yaşadıklarımızı anlatıyorum...

Ve o zaman halkın yüzde 80'i köylerde yaşıyordu ve köylü aç-fakir idi... Ülke nüfus 20-22 milyon kadardı...

Bugün aynı ülkenin nüfusu 90 milyona varmış bulunuyor ve köylerde yaşayanlar da sadece yüzde 25 civarında iken, bu ülkenin ziraî üretimi 90 milyonu doyuracak derecede gelişmiş... Halbuki, 60 sene öncelerde, Amerika'dan alınan buğdayı getiren gemilerde bir gecikme olursa, herkes kara kara düşünmeye başlardı...

Ben köy çocuğuyum... Köyümüze okul yoktu; karşı köydeki mektebe giderdim. Karadeniz'in hele de güz, kış ve bahar aylarında hemen daima yağmurlu olan ikliminde, çamurlara bata-çıka karşı köye giderken, çamurda çarığımın ipleri kopar, okula vardığımda ve öğretmen, halimi gördüğü için ayrıca, 'N'oldu?' diye sormaya bile gerek duymazdı.

Anam da, komşu köydeki okula giderken, bana, yarım lahmacun büyüklüğünde bir köy ekmeği ve yanında da ekmek katığı olsun diye 1-2 'kesme şeker' verirdi...

Ve öğretmen, bize sabahları spor yaptırır, sonra da, 'Çocuklar, ana-babalarınız spor yapmayı bilmedikleri için namaz kılıyorlar.' der, biz de bunu büyüklerimize aktardığımızda, onlardan sunturlu bir küfür yükselirdi, o öğretmene karşı...

Bunları niçin mi yazdım... Dün 'Öğretmenler Günü' imiş... Niye, o gün?

Çünkü, bir halkın yüzlerce yıl okuyup yazdığı, içinde yetiştiği bir kültür ve inanç dünyamızdan zorla koparılışına karşı çıkanlardan yüzlerce-binlercesinin daragaçlarında sallandırılarak gerçekleştirilen 'latinleştirme/ Avrupalılaştırma' dayatmalarının devrimcisine, 'başöğretmen unvanı'nın verilmesinin tarihi de, onun için...

Dün, bu münasebetle yayınladığı mesajda, Başkan Erdoğan, 'Bilgiyi hikmetle yoğurup kalbleri terbiye eden birer gönül işçisi, milletimizin değerlerini yarınlara taşıyan birer köprü konumundaki öğretmenlerimiz'in gününü tebrik ediyordu... Elbette, bilgiyi hikmetle yoğuran ve 'milletimizin aslî değerlerini yarınlara taşımak için çırpınan' hocalarımız da oldu; öylelerine ben de minnet duygularımı ifade etmek istiyorum...

Aslında, çobanlıkla öğretmenlik arasında bir bağlantıyı hep kurmuşumdur. 'Hepiniz çobansınız, sürünüzden mesulsünüz...' mealindeki 'nebevî hadis' rivayeti ne kadar düşündürücüdür; değil mi?

Çoban, kendisine emanet edileni 'sürü'yü doyurmak ve korumakla mükelleftir; ve onu başardığı nispette 'aranan çoban' kişi olur... Öğretmen / hoca da, kendisine emanet edilen körpe insan yavrularının kalp ve beyinlerini, sahip olduğu dünya görüşüne, inancına veya ideolojisine göre şekillendirmeye çalışan kişidir...

Biz Müslümanlar, Hz. Peygamber (S) ve bütün 'enbiyaullah'ı başöğretmenler olarak biliriz... Herkesin öğretmeni kendisine...

*

Dün bir arkadaşa, bir öğretmenin gönderdiği mesajı gördüm... '50 -60 yıl öncelerde ancak hayal ettiğimiz her şeye sahibiz, düzenli bir emekli maaşımız var, güzel evlerimiz, arabamız var, mutlu yaşıyoruz... vs...' diyor ve mesajın sonunda da, 1 içki şişesi ve 2 kadeh resmi...

Evet, herkesin öğretmeni kendisine...

Ve bizim Müslümanlar olarak sorumluluğumuz da, geleceğin insanlarını yetiştirmek açısından, her zamankinden daha büyük: -Tayyip Bey'in enfes ifadesiyle-, 'Bilgiyi hikmetle yoğurmak...'

STAR