Yıldız Ramazanoğlu abla tarafından 2005’te Doğu Konferansına çağrılmıştım. Heyecanla katıldığım Doğu Konferansında, harbi bir adamla, bir abiyle tanışmıştım. Bana kendisinin Ermeni olduğunu anlatırken tanışma sırasında “Ermeniyim ve bu toprakların çocuğuyum!” demişti. Espriyle karışık laf ümmetçilik, İslamcılık mevzusuna gelince “Ben de ümmetçiyim dedi, kültürel ümmetçiyim. Bu coğrafyada biz Ermeniler, Kürtler, Türkler, Araplar yüzyıllardır barış içinde yaşayabildiysek tekrar bunu başarabiliriz.” diye eklemişti. Adı Hrant’tı. Hrant Dink…
Ermenilere Türk milliyetçilerinin yaptıklarını konuşmuştuk. Ben Ermeni Fedaiyan çetelerinin de Türkleri ve Kürtleri katlettiğinden bahsedince “Kurban yarıştırılmaz” demişti bana. “Kim katledilmişse acımız ortak olmalı” diye de eklemişti. Bana bir “kâfir”in bir “gâvur”un öğrettiği en önemli şeydi buydu.
Adı Hrant’tı.
Sadece halkların kardeşliğini savunuyordu. Başörtüsünü, İstiklal Mahkemeleri kurbanlarını, kendi halkının onurunu savunuyordu...
Sadece fikirlerini söylediği için bir gün arkasından kalleşçe vuruldu…
Yıl 2007’ydi. Kafes Eylem Planı dedikleri “kâğıt parçası”nın icraatlarından biri olarak Tıpkı Zirve Yayınevi katliamında, Rahip Santaro cinayetinde olduğu gibi hedef seçilmişti. Tezgâh ortadaydı. “Memleket elden gidiyor topraklarımızı satın alıyorlar, ev kiliseler her yerde açılıyor, gençlerimizi Hristiyanlaştırıyorlar!” yaygarası kopartıp milliyetçi gençleri “vatan savunmasına” çağırıyorlardı. Ne de olsa “Söz konusu vatansa gerisi teferruattı”. Yani insan hayatı, hukuk, mertlik vs. teferruatlar... Tabi bu teferruatları es geçip patır patır azınlıklara yönelik cinayetler işlenecek sonra da özellikle ABD ve Avrupa’da bakın AKP İslamcı bir diktatörlüktür, Hristiyanları onun muhafazakârlığı öldürüyor denilecekti. O zaman bu coğrafyanın sigortası olan ılımlı isimleri katletmek lazımdı. Hrant onlardan biriydi...
Ne güzel değil mi!? Ne kadar zekice ve bir o kadar şeytanî bir plan...
Bu planda istekli-isteksiz rol alan milliyetçi-muhafazakâr partiler, cemaatler, gazeteler de hesap vermeli. “Memleket elden gidiyor, gâvurlar toprak satın alıyor, kilise evler yaygınlaşıyor, çocuklarımız Hristiyan oluyor!” yaygarası kopartanlar da suçludur bu cinayetlerden, katliamlardan.
Biz unutsak da Allah unutmuyor...
Bir taşla kuş katliamı...
Bu öyle alçakça bir tezgahtır ki, Şeytan Ayetleri paçavrasını bu ülkede yayınlamaya yeltenen Perinçekçi İslam düşmanlarıyla bu muhafazakâr cemaatler o gün misyonerlik yaygarasında kol kolaydılar, şimdi de Suriye’deki diktatörü temize çıkartmak için kol kolalar...
Hrant’la İkinci Perde
Eşimle öğrenim için gittiğimiz Suriye’nin başkenti Şam’da ailelerimizle en ucuz iletişim imkânı olan interneti kullanıyorduk. İnternet Cafe’de Türkiye haberlerine girdiğimde şok olmuştum. O harbi adam, o güvercin tedirginliğinde hem kendi halkı hem de Türkiye’deki diğer halklar için dertlenen adam gibi adam yerde delik ayakkabısıyla yatıyordu…
Gözyaşlarımıza hâkim olamamıştık.
Çok farklı dünyaların insanları aynı cellâtlar tarafından kurban edilirken aynı acının gözyaşlarıyla buluşuyorlardı…
Buz gibi akademik bir tanımlamaya göre “Bir radikal İslamcı bir Ermeni yazara ağlıyordu” ama aslında olan şey bu toprakların yere düşen bir evladına öteki evladının, komşusunun ağlayışıydı…
Dedim ya benim Dink’ten öğrendiğim acıları yarıştırmamak, aksine paylaşmak olmuştu…
Şairin deyişiyle “herkesin hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” olduğu bir ülkede ahlakı, adaleti ve vicdanı eksenine almak o kadar zor ki…
Cellâdı aynı olan kurbanların kendi acıları üzerinden diğer mağdurlarla rekabete giriyor oluşu onları zayıf düşürüyor ve hep bu hikâyenin sonunu kötü adamlar kazanıyor.
Ama istiyorum ki, bir kez olsun iyi sonla bitsin bu öykü...
Aradan 5 yıl geçti. Güpegündüz kendi gazetesinin önünde sırtından vurulan o delik ayakkabılı adam bize bir şey öğretti: Acıları yarıştırmamayı, mağdurların dayanışmasını...
Aradan 5 yıl geçti. Tüm kanıtlara rağmen hâkim kendi verdiği kararın arkasında duramıyor. Böyle skandal bir durum şimdi temyizini bekliyor. İki genç heyecanlanmış kalkmışlar Trabzon’dan gidip hiç bilmedikleri bir şehirde hiç tanımadıkları bir adamı profesyonelce öldürüvermişler.
Alenen örgüt yoktu, çünkü örgütlü olanlar devletin içine saklanmıştı. Aynı karanlık eller birçok ismin de cellâdıydı. O karanlık ellerin beyni ise korkulu bir hayalet gibi hâlâ yüce ruhaniyetiyle ulu ulu üzerimizde geziniyor.
Evet. Bu bir Hrant Dink yazısı değildir dostlar...
Bu yazı bir ülkede kimliği ne olursa olsun mazlumun yanında yer almanın dinî bir vecibe olduğu bilinciyle yazılmış bir vicdan kanamasıdır...