Sivas; hakkında konuşup yazmanın hem çok zor olduğu hem de insanın bir gönenç ve konuşkanlığa kapılıp gittiği her yönüyle farklı ve münbit bir şehirdir. Onun hakkında söz söylemek zordur; çünkü deneyimli, güngörmüş, nitelikli bir şehirdir.
Külyutmaz. Ucuz numaraları hemen fark eder. İkiyüzlülüğü sevmez. Aynı zamanda kolaydır; çünkü yüce gönüllüdür. Müşfik ve merhametlidir. Babacanlığıyla sarıp sarmalar, kusurunuzu uluorta yüzünüze vurmaz.
Yaşlanmayı unutan bir şehirdir Sivas. Bu yüzden hiçbir zorbaya, soytarıya, hödüğe, vefasıza, halden bilmeze eyvallahı yoktur. Harbidir. Delikanlıdır. Rol kesmez, olduğu gibi görünür hep. Kimsenin keyfi için dilini ve eğnini değiştirmez. Dimağını kirletmez. Safını, suyunu, sofrasını satmaz. Karnından konuşmaz. Doğruluğu alenidir, eğriliği âşikâr.
Bakınca içi görülen tiril tiril çocukların şehridir Sivas. Onlar ki kendi aralarında sürekli dövüşürler; fakat o dövüşü başkalarının ayırmasına da huylanırlar. Centilmendirler aynı zamanda. Ağzını burnunu kırdıkları adama bile “gardaş” diye seslenirler.
Bir doğa koalisyonudur Sivas. Dağlarla ırmaklar birbirleriyle hiç usanmadan oynaşıp durur onda. Keltoş arazilerle gür korular birbirlerini hiç yadırgamadan koyun koyuna uyurlar.
Sarhoşu, berduşu bile Allah’a düşkündür Sivas’ın. Bir haneden bir Pir Sultan ezgisi duyulur, bir diğerinden Kur’an âyetleri sökün eder. Veysel’in nağmelerini de pelesenk eder diline, Sarısözen’in içli ezgilerini de. Ulema vaazına da tanık olursunuz onda, usturuplu külhanbeyi narasına da.
Hitabeti düzgün, matematiği zayıftır Sivas’ın.
Nüfusu, parmak hesabına gelmeyecek kadar çoğalınca gurbete salar çocuklarını. Uzun uzun terk edilir. Yalnızlığa doymak bilmez yine de. Ama Sivas’ı unutmak mümkün değildir. Sivas’tan ayrılıp da Sivas’ı özlemeyen insan yok gibidir. Bu, herhalde hiçbir şehre nasip olmayan bir özelliktir.
Ona kızarak, söverek ayrılanlar bile onun suyunu, havasını, türkülerini, madımağını, ekmeğini, kelimelerini, yanık yüzlerini arar durur bir yerlerde. Adama yapışan, adam olanın yakasını kolay kolay bırakmayan bir şehirdir Sivas.
Döneriyle, etli ekmeğiyle, madımağıyla, itiyle, hıngeliyle övündüğüne bakmayın siz; iklimiyle ünlüdür Sivas. Binlercesini kolayca öğütüp gitse de adam yetiştiren büyülü, tuhaf, verimli havasıyla ünlüdür. İnsana bitimsiz bir tedirginlik ve evham üfleyen koca bozkırın ortasında inadına ‘enerjik’ bir şehirdir. İnsan tükenmez orda. Eli kalem, dili kelâm tutan insan kıtlığı yaşanmaz. Sözün semaveri boyuna kaynar durur.
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırarak sohbete koyulduğunuzda, hayat size “Üstü kalsın!” demekten başka bir çıkar yol bulamaz.
***
Ömrümün on yılından fazlasını geçirdiğim bu şehrin gövdeme, sağlığıma ettiği fenalıklar; zihnime ve yüreğime kattıklarının zekâtı mesabesindedir.
Sivaslı olmadığım halde ve beni zorunlu olarak bağlayacak hiçbir neden yokken, üstelik başka şehirler beni çağırıp dururken gençliğimin, yetişkinlik dönemimin en az on yılını orada dolu dolu yaşadım. Şimdi hatırladıkça gözlerimi yaşartan sevinçler ve acılar tattım Sivas’ta. Bilgimi, görgümü, deneyimimi artırdım. Belki hiçbir yerde karşılaşamayacağım ağabeylerim, kardeşlerim oldu. Ablalarım oldu, bacılarım. Allah bana gözümün aydınlığı iki güzel çocuğu, onca zorlukların ardından, orada bağışladı. Eşimle birlikte hayatın zorluklarına orada direndim. Nice dostluğa yer açarak genişlemeyi öğrendi yüreğim. Haksöz dergisini oradayken tanıdım. İstanbul’dan gelen ağabeylerimizi meraklı bakışlarla ve belki de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek bir samimiyetle karşılayan, onları makineli tüfek gibi soru yağmuruna tutan, onlara uykuyu haram eden kardeşleri hatırlıyorum şimdi. Aziz Nesin’in karşısına çıkıp hem büyük bir cesaretle hem de heyecandan ve belki de korkudan titreyerek “Zalimlerin işbirlikçisi misin sen, Allah’a ve peygamberine sövdürtmeyiz biz!” diye haykıran ve temiz bir dayak yiyen kardeşlerimi hatırlıyorum. Sivas acısını, Madımak’ı, idamla yargılanan kardeşlerimizi; tel örgüleri sloganlar ve dualar eşliğinde sırılsıklam eden gözyaşlarını… Başbağlar’da yaşananların içimizi nasıl ezip kavurduğunu… Mehmet Pamak’ın, bir karakter heykelini andıran vakarıyla, bir televizyon programında yaptığı konuşmanın, sadece Sivas’ı değil adeta bütün ülkeyi çimdiklediğini, silkelediğini hatırlayanlar vardır sanırım.
Evet. Orda yediğim copları da unutmuyorum, İHL’nde başörtülü öğretmenlik yaptığı için görevden atılan eşimi uğurlayan yüzlerce öğrenci arasında, onu ispiyonlayan okul müdürünün kızının da hüngür hüngür ağlayarak boynuna sarılışını da.
Tadına doyulmaz dostluklarla yeğnilttim orada gücümü. Adam gibi adamlarla konuştum, çalıştım, saf tuttum. Onurlu ve direngen bacılarla. Gözyaşı döktüm, alınteri akıttım. İki elin parmak sayısı kadar görünmekle birlikte, içlerinde bir okyanus taşıyormuş gibi heyecanlanan öğrencilerle kötülüğün surlarında gedikler açmanın mutluluğunu yaşadım, gücünü bilinç ve samimiyetten alan onlarca gençle iyiliğin ekmeğine güç kattım.
Çok boyutlu bir şiir gibiydi benim için Sivas. Lirik, epik, pastoral, satirik, didaktik ve dramatik özellikleri aynı bünyede birleştirip pekiştiren.
O şiire halkalar ekleyen, nakaratlar düşüren dergileri ve öbeklenmeleri de bir o kadar önemliydi. Sadece son yirmi yılda bile onlarca dergi sökün etti, bozkırdaki bu bereketli çekirdeğin bünyesinden. Ama iyi, ama kötü. Benim de ismimin geçtiği Edebi Pankart dergisine omuz veren gençlerin heyecanı, sevinci, diriliği hâlâ gözümün önündedir sözgelimi. Sivas biraz da budur kuşkusuz; insana bulaşır, adamı söyletir. İnsanın yüreğini ve zihnini silkeleyip kakışlar.
Mola verdiğinde bile, abicim ben biraz ağlayıp gelicem, der ve içten içe kendini biriktirmeye devam eder.
***
Şimdi sana yeniden sövüyorlar ve benim içim daralıyor.
Ve sen yine öyle uzun uzun, gürül gürül susuyorsun. Bozkır, belki de senin içine akıtıp durduğun o gözyaşlarıyla sulanıyor. Kim bilir, Kızılırmak’ın başını çevirip bakmadan süren bu bitimsiz yolculuğu, o devasa hüzünden alıyor gücünü.
Uzanıp yanaklarından öpüyorum ey güzel şehir!
Sevgili şehir, “altıncı şehir”, sultan şehir!
Gel sana bir kere daha sarılayım!..