Nefret enteresan bir olgudur... Ruhu ve karakteri durmaksızın tırtıklar... Öyle bir kemiriştir ki, bulduğu ilk fırsatta farklı formlarda kendini dışa vurur. Belki sahibini rahatlatır ama şahane bir ele veriş ritüeline de çevirir bu rahatlama seansını.
Son dönemdeki türban tartışmalarındaki jakoben ruhların yaptıkları konuşmaların tamamında bunu görmek mümkündür. Bir yazar örneğin, türbanla ilgili bir tartışma esnasında, milyonların izlediği bir TV programında üstelik, daha önce kendi gazetesinde, 'efenim biz türbana karşıyız, yoksa başörtüsüne karşı hiçbir diyeceğimiz yok. Haddi zatında anamızın da başı örtülüdür' gibi laflar yuvarlamıştır üstüne üstlük; 'ne münasebet efendim ben örtünmenin kendisinden rahatsızım, bugünkü çağdaşlığı gölgeliyor, rahatsızım, örtünme hiç olmamalıdır' deyiverir... Rahatlamıştır ancak, cümleler de ağzından çıkıp kendisini bağlar hale gelmiştir... İşte nefret böylesi bir bağlayıcıdır da, içinde yıllar boyu biriktirdiği o keskin hisleri dışarı savurup, kişiyi kendi sözlerinin kurbanı yapıvermiştir!
Hürriyet'in yayın yönetmeni geçtiğimiz gün Herald Tribune'deki bir yazıdan yola çıkarak yazdığı asabi yazısında 'ne münasebet efendim' dercesine ekliyor, karşı çıkıyor. Karşı çıktığı görüş Prof. Atilla Yayla referanslı şu görüş: "Katı laik Türkler, dindarlardan nefret eder. Dindarları insandan saymaz, bir an önce buharlaşmasını, yok olmasını isterler." Özkök şöyle diyor: "Buna şiddetle itiraz ediyorum. Bu ülkenin laik insanları, dindarlardan asla nefret etmiyor. Ne geçmişte etti, ne bugün ediyor, ne de yarın edecek. Tam aksine, laik insanlar dindarlara, bazı dindarların onlara gösterdiği saygıdan çok daha fazlasını gösteriyor."
Demek ki cidden yanılıyoruz biz ve öylesine büyük bir yanılsama ki, yapılan tüm bu cinlikler, psikolojik operasyonlar bir muhabbetin sonucu. Yani 'böyle olur katı laikin aşkı!' deyip sevinmeliyiz!
Oysa ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz deyişinin gereği, bu aşk ve sevgi insanlarının duruş ve uygulamalarına bakarak anlamak mümkün aşklarını. Dindarları bu kadar seven katı laiklerin sevgilerinin göstergelerini okuyarak, aşklarının büyüklüğünü anlamak mümkün. Gerçi Sabah'tan Emre Aköz, 'bal gibi nefret ediyorlar' diye bu görüşü daha rasyonel gerekçelerle (hor görme, tiksinme ve nefret etme türlerini sıralayarak) teyit ediyor ancak, Özkök tipik bir nefretini gizleyen katı laik refleksiyle alınıyor ve kızıyor bu tespite... Oysa hemen onun bir yazısını örnek göstererek, bu konuda pek de dürüst konuşmadığını söylemek mümkündür. Örneğin 4 Aralık 2007 tarihli 'Türban nefreti, nefret türbanı' başlıklı yazısı... Beyefendi, öfke ve nefretine yenik düşerek bir resimden kocaman bir sosyolojik çıkarsama yapma komedisine saplandığını umursamadan şöyle yazabilmişti: "Son günlerde bu soru yakama yapıştı. 'Türban siyasal bir simge olmaktan çıkıp bir nefret simgesi haline mi dönüşüyor?' Dahası da var tabii... Yine doğru olmayan rakamları yazısına kanıt olarak gösterip (şu meşhur türbanlı sayısı arttı palavrası!) kendi zihniyetine 'nefret edilen' rolü biçtikten sonra lafı oturtuyor: "Bu siyasal sembol, Anayasa ile teminat altına alınmalı mıdır? Ben ısrarla 'Hayır alınmamalı' diyorum. Çünkü türban, siyasal bir nefretin ifadesi haline gelmiştir ve buna Anayasal teminat getirmek, 'mahalle ve arkadaş baskısını' meşrulaştırmak anlamına gelecektir. Bu da Türkiye'yi, çok uzun süre çözemeyeceği sosyal sorunlara, kavgalara götürecektir."
Aköz hep söyleyip durduğumuz bir gerçeğin altını çiziyor: "Biliyorum çünkü laikçilerin yazdıklarını (kitap, gazete, dergi, e-posta) okuyor, konuşmalarını (akraba, komşu, iş arkadaşı) dinliyorum. Ve tam da böyle hissedip böyle davrandıkları için yarın öbür gün dindarların da aynı şeyi yapmasından korkuyorlar..."
Gerçeğin ta kendisi budur. Ve bir kez daha anlıyoruz ki, nefret muhteşem bir 'suçüstü' aparatıdır. 'Katı' ve 'saplantılı' olan her cemiyet ve her birey için.
Zaman gazetesi