Selahaddin E. Çakırgil, gündemi değerlendiriyor:
Sorunun cevabını hemen vermeye çalışayım: Olmayabilirdi ama çok zor idi… ‘Niçin’ini izah etmeye çalışayım… Ama, önce birkaç noktayı tespit etmek gerekiyor.
Tayyîb Erdoğan, ilk kez doğrudan halk tarafından ve yüzde 52 oy ile Cumhurbaşkanlığı’na seçildiğinde... AK Parti’nin başına getirilebilecek ya da gelmek isteyen birçok isim vardı. Ve onların herbirisi de Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşıydı.
Böyle bir durumda o muhtemel adaylar arasında bir seçim rekabeti yaşanır ve kongrede birisi ipi göğüsleyebilirdi. Ama bu durum, o siyasî hareket içinde bir takım çatlama ve kırılmalara bile yol açabilirdi. Erdoğan’ın karizmatik şahsiyeti ve İstanbul Belediye Başkanlığı’na gelişinden bu yana, 22 yılı aşkın bir süre boyunca sergilediği performansla, siyasî hayatındaki başarı grafiğinin hep yükselmesi yüzünden, gözler, bu son durumda da onun göstereceği kişiye çevrilmişti.
Esasen, o da, ‘Ben sorumsuz bir cumhurbaşkanı değil, halka karşı sorumlu olan, hesap veren ve alışılmışın dışında bir cumhurbaşkanı olacağım…’ derken, o makamın bir teşrifat- protokol makamı olmayacağını açıkça belirterek seçime girmiş ve kazanmıştı. Yapacağı vazifelendirmeyi de ona göre yapacaktı.
Esasen, kendisini seçtirmesi mümkünken, 2007’de, Abdullah Gül’ü de kendi inisiyatifiyle belirlemişti.
***
Ağustos 2014’de cumhurbaşkanı seçilince de kendisine fikrî bakımdan en yakın bir isim olarak gördüğü Ahmet Davutoğlu’nu gösterdi ve hemen seçildi.
(...)