“Demokratik Açılım” girişimi, şimdiye kadar üstü örtülü duran bir gerçekliği görünür kılmaya başladı. Bunu şöyle özetlemeye çalışayım: Güneydoğu’daki savaşın “resmî” tarafları Türkiye Cumhuriyeti devleti ile PKK idi. Yıllardır bu ana çizgileriyle böyle devam etti. Türkiye toplumunda kitlelerin pek çok konuda meydanı “resmî” güce bırakmak ve kendisine edilgen seyirci rolünü seçmek gibi kökleşmiş bir alışkanlığı olduğunu biliriz. Bu konuda da durum genel olarak böyleydi ama durum herkesi bir yerinden yakaladığı için halkın da olaylara büsbütün kayıtsız kalması düşünülemezdi. Başka hiçbir şey olmasa, hayatını kaybedenlerin yarattığı etki yeter. Dolayısıyla, gerilim, azar azar da olsa, topluma yayılma eğilimi gösteriyordu. Bu yayılmanın orada burada patlak veren sonuçlarının büyük çoğunluğundan haberimiz olmadığı kanısındayım. Çünkü bunlar medyaya yansımıyor ya da medya bunları yansıtmak istemiyordu. Ancak çok yakınınızda bu olay geçmişse, siz de bundan haberdar oluyordunuz. Örneğin Ege’de bir köyde yazlık sahibi olmak isteyenler usta duvarcı ararken, Bitlis’ten gelmiş Kürtler de iş almaya çalışıyor. Bunun üstüne onları rakip görenler (Egeliler) gidip Jandarmaya bu adamların PKK’lı olduğunu, aralarındaki konuşmalardan bu sonucu çıkardıklarını anlatıyorlar. Adamlara sopa çekiliyor, orada barınamıyorlar, duvarcılık rekabeti bitiyor. İhbarı yapanın derdi “çıkar”; “vatan-millet” meselesiyle uzun boylu ilgisi yok. Ama bu işler genellikle böyledir. Genel, kamusal sorunla herkes kendi özel çıkarı vb. kanalıyla ilişki kurar, soruna o noktadan eklemlenir.
Ama şu da var: bu gerilimin sürüp gittiği bunca yıl boyunca Türkiye’de onunla ilgili tek bir ses çıktı. Böyle bir çatışmanın bu kadar uzayıp gittiği ortamda, en azından iki farklı bakış açısı olmalı. Ama bizim siyasî kültürümüz “bir” rakamını çok sever, “iki”den hoşlanmaz. Onun için ikinci bir sesin mümkün olduğunu, ancak belirli bir bilince varmış olanlar düşündüler. Bu bilince varanlarsa zaten devletin gözünde “makbul” değildi. Sonuç olarak, toplum, milyonlar, devletten, devlet medyası yoluyla yayılan tamamen tek-yanlı propagandayı dinledi, bununla doldu ve bilendikçe bilendi.
“Bölünme” korkusu yaşayan bir toplumun yöneticileri, sınır ötesi bir düşman için kullanacakları propagandist dili, zaman için barışıp anlaşarak birlikte yaşamaya devam etmeyi umdukları “yurttaşları” için kullanırlar mı? Kullanırlarsa ne olur? İşte, resimde görülen şey olur. En son İzmir’de olan, ama son zamanlarda her gün, her yerde tekrarlanan nefret ve düşmanlık gösterilerinden biri. İzmir ahalisinin bir kısmı, AKP ve “İslâmcı Türkiye” korkularıyla milliyetçilik kampına koşmuştu. Ardından Kürt sorunu ön plana çıkınca, seçtiği kampın dili ve mantığıyla bununla da mücadele ediyor. Ama Kürt göçü burada yoğun olduğu için (geldiklerine kızıp niçin geldiklerini merak etmemek gibi bir “ilerici” ve “çağdaş” tavırla) başka yerlerden önce İzmir’de “Kürt kadınını gündeliğe çağırmayın”, “Kürt manavdan alışveriş etmeyin” kampanyaları başlamıştı.
Yani, şimdi her şeyden sorumlu görünen “resmiyet” düzeyinde, farklı bakışla gelen hükümet, “gelin, barışalım” deyince, malûm ideolojinin etkili olduğu yerlerde savaş naraları “sivil” toplumdan yükselmeye başladı. Böyle olması, bu ülkede insanlara verdiğimiz eğitimin niteliğiyle sıkı sıkıya bağlı. Savaşmayı bilen ama barışmayı bilmeyen ve beceremeyen bir toplum yaratmışız.
Bu durumu genelleştirmek ve bütün toplumun böyle duyup böyle düşündüğünü söylemek doğru değil. Ama devletin insanların beyninin içine nüfuz etmesini kolaylaştıran iki temel kurum var: birincisi eğitim aygıtı, ikincisi de medya. Bunların ikisi de özellikle 12 Eylül’den bu yana uhdelerine tevdi edilen yüce “millî görev”i olduğu gibi kabul ettiler ve canla başla yerine getirmekteler.
Sonuçlar da ortada. Bu olayların aktörleri eğitimsiz “cahil” yığınlar değil. Böyle olmak üzere eğitilenler.
TARAF