İnsan, doğası gereği bencil, kavgacı ve hizaya zor gelen bir varlık olduğu için, düzen sağlamak adına mutlak bir otoritenin şart olduğunu ifade eder Hobbes. Herkesin birbiriyle savaştığı kaos ortamında insanın bencil arzularına gem vurarak, bir barış ortamı inşa etmenin koşulunu “egemenin” mutlaklığına hasreder. İnsanın hak ve özgürlük taleplerine belli oranda bir standart koyarak, mutlak otoriteyi, insanın kendini gerçekleştirmesi için gerekli tek araç olduğunu savunur. (egemenlik teorisi) Sağlıklı bir toplum (düzen) için, insana rağmen insanın faydasına, otoriteyi tek elde toplayan güç, devlettir (iktidardır) der. Leviathan “Devlet”i temsil eden güçlü ve tek varlık olarak, Hobbes’in kurucu felsefesinde kavramsallaşır. Herkesin yetkilerini yasalar yoluyla egemene (devlete) devrettiği toplumsal “sözleşme”nin, insana bütünlüklü bir yaşam imkânı veren huzur ve mutluluk zemini oluşturduğunu ifade eder. Otorite mutlak olmak zorunda, zira kılıcın zoruyla sözleşme (yasalar) geçerlilik kazanır.
Aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan bu bakış açısıyla, Tanrı ve tanrısal düzene karşı, beşer düzeni inşa eden seküler bir formül geliştirmiştir Hobbes. Tanrının bütün haklarını egemene yükleyen, teoloji (din) de egemenin kontrolünde sosyal düzenin intizamına katkı sunan ruhsal motivasyonel bir araç olarak anlam kazanır. Devlet “Ölümlü Tanrının Krallığı”’na dönüşürken devlete itaat tanrıya itaat etmek gibidir. Makbul vatandaş ta ülkenin yasalarına uyan kişidir. Eğer birileri egemene karşı gelirse diğerleri tarafından yok edilmelidirler. Ahlak, hukuk ve adalet egemende anlam kazanır. Egemen adil olmak zorunda değildir, hiçbir eylemi adaletsizlik değildir. Egemen, İyi ve kötü gibi yargıları veren, yasaları yapan, hangi düşüncenin öğretileceğine, hangi değerin doğru olduğuna karar verendir. Hobbes’un bir takipçisi olan Nazilerin baş hukukçusu Carl Smitt te, egemeni “olağanüstü duruma karar veren” kişi (kurum) olarak tanımlar.
Devletin, toplumun üzerinde adeta bir diktatöre dönüşmesi, sadece devralınmış yasaların yürütme gücüyle izah edilemezdi. Yetkisi olmakla beraber kılıç zoru ile düzen devşirmek tahripkâr ve kısa vadeli olduğu için, meşru güç, ideolojiyle birlikte uzun soluklu reaksiyoner bir ülküye dönüşebilirdi. Özellikle siyasal egemenliğin sürdürülebilir olması, toplumu ortak ülkü ve değerler etrafında bir araya getirmekle mümkündü. Devlet değer (ideoloji) üretir, bunun pazarını kurar, siyasi, ekonomik, kültürel ideoloji taşıyıcısı “ideolojik araçlar”larla topluma şekil verir. Aile, din, hukuk, eğitim gibi toplumsal araçlar egemenin ideolojisinin selameti ve bekası için yeniden tanımlanır. Poulnatzas, bu bağlamda devlete “hegemonyanın örgütleyicisi” derken, “resmi ideoloji” toplumun endoktrinasyonunda hegemonik reçete olarak iş görür.
Devletin, egemenliğin yegâne temsilcisi olarak kendini bu kadar mutlaklaştırması, böyle bir düzen iktidar ilişkisinde tanımladığı hak ve özgürlüklerin, insanın mutluluğuna nasıl katkı sunacağı Hobbes felsefesinin çelişkisi olarak bilinir. Elbette Hobbes felsefesini tartışacak değiliz. Lakin Hobbes, modern siyasal düşünceni mimarlarındandır. Ulus devlet geleneğinin kurucu tasarımcılarındandır. Son yüzyılın modern ulus devletlerinde ki iktidar ve toplum ilişkisi, neşet ettiği paradigmanın pratiklerini taşımaktadır. Şüphesiz insanın haris, bencil açgözlü oluşu fıtri bir vakadır. Dinler, en geniş çerçevede insanın arzularını sınırlandırarak haddini bildirmeyi, birlikte bir topluluk içinde yaşamayı öğretmeyi hedefler. Bizim geleneğimizde de, otorite (devlet)in gerekliliği, nasıllığı hep tartışılagelmiştir, halende tartışılmaktadır. Farabi de “Erdemli Toplum” ya da “Medine-tül Fazıla” örneğinde somutlaştığı gibi düzen ve iktidarın ontolojik teorileri hep tartışılacaktır. İnsana bakış açısı bu teorilerin nasıl kurgulanacağının ana eksenini oluşturur. İnsanı “ayet makamından alet mesabesine” indirgeyen Batının faydacı, sömürücü kapitalist kültüründe fıtrat- ahlak dengesini bulmak elbette mümkün değildir.
Devletin ideolojik araçları arasında “eğitim”in öne çıkması, ideal insan tipini oluştururken işlevsel bir araç olmasındandır. Devlet (egemen), kamu düzeni sağlamak, yurttaşlarında istendik yönde davranışlar kazandırmak, varlığını meşrulaştırmak için “eğitim”i başat araç olarak kurgulamıştır. Diğer bir ifadeyle eğitim, egemenlik gücüyle siyasal iktidarın, kendi ideolojisini toplum kesimlerine aktararak sisteme entegre ettiği, toplumu kontrol altına aldığı bir araca dönüşmüştür. Freire, “eğitilmiş insan uyumlu insandır” derken, uyumlu insan egemenlerin amaçlarına uygun insandır gerçeğini ifade etmiştir. Egemenlerin yarattıkları düzene itaat eden “eğitilmiş insanlar”,ideoloji ve eğitim ilişkisinin somut ürünleridir.
Bu yüzden Eğitim, zorunlu kılınmış, yaşamın geneline yaydırılarak örgün ve yaygın kimliğiyle, hayata nüfus etmenin sihirli formülü olmuştur. Düzene uyduran ve uydurmayı sürdüren sihirli bir araç. Bu yüzden iktidara gelenlerin rantabl kullandığı vazgeçemediği fonksiyonel bir araç olmuştur eğitim. Ayrıca bireylerin yetenekleri doğrultusunda devletin ihtiyaç duyduğu emek gücünü, kalifiye eleman ihtiyacının karşılanması gibi ikincil bir işlevi de olmuştur. Hem egemenin ideolojisinin taşıyıcı aracı olacak, hem de hizmete matuf hazır ve nazır yetişmiş iş gücü ihtiyacını karşılayacak, iyi yurttaşlar, makbul vatandaşlar yetiştirecektir.
Tanrı’yı devre dışı bırakıp insanı tanrılaştıran Batıcı paradigmada insan aslında bir “hiç”tir. “Ahsen-i takvim” değerlerinden soyutlanmış, nesneye dönüşmüştür. Üret tüket, sorgulama itaat et, komutlarıyla sürekli ehlîleştirilmesi gereken tehlikeli bir varlıktır. Eğitimin araçsallığı bu ahlaksız ilişki biçiminde bu yüzden gereklidir. Bu kadar kirli bir zihin dünyasıyla kurgulanan ve modern dünyaya pazarlanan bir araç nasıl faydalı bireyler yetiştirecek, mutlu toplumlar inşa edecektir. Bir efsaneye dönüştürülen Finlandiya Eğitim Sistemi’nin ürettiği yalnız, mutsuz ve bencil insan, kime neye çare olmuştur. Kaç bilim insanı, kaç entelektüel, filozof çıkarmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de benzer senaryo uygulandı. Tipik batıcı bir model olarak tasarlandı, Türk tipi ulus devlet kimliği, prescopy yöntemlerle halka rağmen halk için uygulandı. Tevhidi Tedrisatla birlikte, Batı Paradigmasının seküler ve modernsit damarından beslenerek,“Milli” bir eğitim modeli oluşturuldu. Türk Eğitim Sistemi, Batı’nın eğitim ahlakının kötü bir kopyası olmuştur. Bu bağlamda eğitimi, üzerine kurgulandığı felsefik zeminden bağımsız düşünmek yanlış olur.
Bugünlerde yeni eğitim bakanının yarattığı heyecanla! birlikte, eğitimin sorunları ve çözüm önerileri toplumda oldukça tartışılmakta. Bu tartışmaları yukarıda ifade edildiği gibi Türk Eğitim Sistemi’nin kurgulandığı Batıdan mülhem felsefik zemininden bağımsız düşünmek, bizi çözümlerden uzaklaştıracaktır. Hobbes felsefesinde, Leviathan’a dönüşen devlet gibi bizde de ebed-müdded kerim devlet geleneği oluşunca, sorunlara Devlet’in sınırlarını çizdiği daire içerisinde tartışılmaya mecbur kalınmıştır. Oysa bu gün birçok meselede olduğu gibi eğitimdeki sorunların temel kaynağı, Devlet ve Halk arasında kurulmuş bu istemli ilişki biçimidir. Toplumun geleneğine, tarihine, sosyolojisine, dokusuna uymayan bir felsefe ile eğitimi kurgulamak ve adeta bir deli gömleği gibi topluma zorla giydirmek meselenin asıl sorunudur.
Elbette bir eğitim sistemi ya da bütün bileşenleri ile eğitim ekosistemi gereklidir, kurgulanmalıdır. Okulun gereksizliğinden de bahsetmiyoruz. Ama gerek eğitimin üzerine kurgulandığı üst akıl, gerekse eğitim araçları daha sivil zeminde yapılandırılmalıdır. Toplumun değer dünyasına, içinden geldiği medeniyet normlarına uygun, insanı değer olarak gören bir ahlak zemininde kurgulanmalıdır. Tektipçiliği, merkeziyetçiliği, zorunluluğu, ideolojik kimliği gibi eğitimin felsefesine dönük cesur sorgulamalardan geçmeden pedagojik alanda dönüp dolaşmak çözüm üretmeyecektir. Eğitime dair çözüm tartışmalarının bu fasit daireye hapsolması, yasak alana yaklaşmama, birilerini tedirgin etmeme ürkekliğinin yansımasıdır. Eğitim bakanının “Ekosistem” kavramsalı, eğitimin kurgulandığı piramidin temel basamağını içine almıyor mu? Çözüme Eğitim ekosisteminin beslendiği paradigmadan başlamadan, Teknolojizmin efsunuyla modernsit güzellemelerden dem vurarak en fazla Batıya benzeriz ki, Batı içinde bulunduğu duygu ve değer buhranı ile, “anlam” arayışını çoktan kaybetmiştir. Oysa içinden geldiğimiz medeniyet, insanı bir değer olarak görür, ahlakın ve adaletin temsilcisi şerefli bir varlık olarak tanımlar, bütün hayatı “Adem” şahsında adam olmak üzerine inşa eder. Hasılı, çalıyı etrafında dolanmaya gerek yok, tohumun ekildiği toprak kötüdür, ürün ortadadır. Anahtarı yanlış yerde arama beyhudeliğinden vazgeçip, eğitimin ideolojik aklını sorgulayarak başlayabiliriz. Ekosistemi temelden inşa etmek lazım, belki şapkadan tavşan çıkar.