Kürt siyasi hareketinin Anayasa değişikliklerinin oylanacağı referandumda boykot kararı alması tartışılmaya devam ediyor. Demokrasilerde ‘evet’ ya da ‘hayır’ kadar sandığı boykot da meşru bir haktır. Kürt siyasetçileri de halkoylamasına katılmayabilir, sandığı boykot edebilir; buraya kadar yanlış bir durum göremiyorum. Ancak bu karara yönelik eleştirilere de açık olunması kaydıyla.
Kürt siyasetçilerde boykot eğilimi gelişmeye başladığı ilk günden itibaren bunun AKP’yle pazarlık için öne sürülmüş siyasi bir tutum olduğunu düşündüm. Politikanın içinde anlaşılabilecek bir yaklaşımdı. Ancak, referanduma günler kala boykot kararı kesinleşmeye başladı. Boykot kararının alınmasında belirleyici olan İmralı’dan da son dakikada bir müdahale yapılmazsa, BDP, seçmenlerini boykota çağıracak.
BDP, sandığa gitse istisnasız ‘evet’ verecek büyük bir seçmen kitlesini evlerinde oturmaya zorlayacak. Seçmenlerin bu karara ne kadar uyup uymayacağını elbette 13 eylülde göreceğiz.
Kürt siyasetçilerin bu kararlarında tartışmasız bir gerçek var; o da kendilerine bir türlü yakıştıramadıkları CHP-MHP’nin başını çektiği ‘hayır’cı cephenin ekmeğine yağ sürdükleridir. Hatta bazıları daha ileri gidip “AKP’nin ekmeğine yağ sürmektense CHP’ninkine süreriz daha iyi” diyecek düzeydeler. Kürtlerin bu ‘hayır’ cephesiyle birlikte anılmaktan her zaman büyük rahatsızlık duyduklarını biliyorum. BDP de, statükocu çevrelerle aynı cümle içerisinde kullanılmayı tepkiyle karşılıyor. Kürtlere yapılan kötülükleri sıralamaya başlayıp duruyorlar böyle zamanlarda. Oysa boykot tutumuyla diğer ‘hayır’cı güçlerle bir blok haline gelmiş olduklarını da görmezden geliyorlar. Ve en kötüsü de, bunun diplomatik bir operasyonla sağlanmış olduğuna dair ortaya çıkan yeni bilgilerin olması.
Yüksek yargı üyelerinin internete düşen ses kayıtlarından, BDP’nin referandumda CHP’yle birlikte hareket etmesini sağlamak için birtakım girişimlerin devreye koyulduğunu öğrendik. Bu kayıtlarda bir üye şöyle söylüyor: “Şimdi bu, BDP var ya, bu parti son derece önemli. Bunu geçende Turgut Kazan’la konuşuyoruz. Demirtaş’la görüştü: ‘Ulan KCK falan diye canınıza okuyacaklar.’ Ondan sonra açıklama yaptılar ‘Biz yargıyı siyasallaştıracak şeyde yokuz’ dediler.”
Diğer üye ise şöyle çarpıcı bir söz sarfediyor: “Ve bunların yüzde 99,9’u CHP yanlısı sosyal demokrat insanlar.”
Şimdi yüksek yargının, statükonun, bazı askerlerin vesayet rejimini sürdürmek için İmralı, PKK ve BDP üzerinden Kürt siyasetini yedeğine almaya çalıştığını ve bunun için türlü operasyonlar geliştirdiği yazıldığında Kürt cephesi tepkiyle karşılamaktan başka bir şey yapmadı.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın da yüksek yargı üyelerinin internete düşen bu konuşmalarıyla ilgili yaptığı açıklama basit bir tepki göstermekten ileri gitmedi: “Bize Ergenekon’un çeşmesinden su içmek haramdır.”
Doğru, haram olmalı elbet ama kamuoyunun merakını giderecek yeterlilikte bir açıklama yapmadı Demirtaş. Dahası yargıçların bahsettiği gibi bir görüşme yapılmış mıydı, olmuşsa, bu görüşmeden sonra, “yargı siyasallaştı biz bu işte yokuz” demecini vermiş miydi? Basın toplantısı yapıp, bu sorulara hiç değinilmemesini anlayamadım.
AKP politikasından memnun olmayan Kürt siyasetçilerin haklı oldukları yanlar elbette var. Ama kendi seçmenlerini tüm çekinceleri ve eleştirileriyle birlikte serbest bırakacak bir formül üretebilmeliydiler. Böylesi daha demokratik olurdu. Kürt seçmeni tepkiliyse, hükümetten memnun değilse, kendi iradesiyle sandığa gidip ‘hayır’ oyu verebilmeliydi. Sokaktaki insanı hükümetin yanlışlarıyla, eksiklikleriyle, hatta milliyetçi ve biraz şovence söylemleriyle boykota ikna etmek zor değil, o insanlar tepkili ve öfkeliler. Ama bu hisleri boykot modeliyle ‘hayır’cı cephenin hizmetine sunmak, ‘hayır’cı cepheyle aynı çeşmeden su içmekten başka bir anlama gelmez. Bunu da kabul edelim.
TARAF