Bosna’da Kurban İzlenimleri

NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

Saraybosna

İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Kurban Organizasyonu’yla Bosna için sefere çıkacağımızı öğrendiğimde aklıma ilk düşen, savaş görmüş bir halkın yaşadığı acıyla yüzleşme gerçeğiydi. On beş-yirmi yıl öncesinde haberlerini medyadan içimiz burkularak dinlediğimiz şehitler diyarı Bosna’ya yolculuk, sevincin ve hüznün durağıydı aynı zamanda…

Beş kişilik ekibimizle, bir buçuk saatlik bir uçak yolculuğunun ardından arefe günü ikindiye yakın bir saatte iniyoruz Bosna’nın mütevazı havaalanına. Havaalanında, İHH’nın Bosna’daki kardeş kuruluşlarından ‘İstanbul Kültür Vakfı’ çalışanlarından Bedia Hanım içten ve sıcak bir tavırla karşılıyor bizi. Otele gitmeden iki şehit ailesini ziyaret edeceğimizi söylüyor. Ne mübarek bir karşılama diye düşünüyorum. Bosna’ya gelir gelmez şehit aileleriyle tanışmak ekipteki herkesi heyecanlandırıyor.

Çok geçmeden araçla yola koyuluyoruz. Şehrin girişinde bahçeli evler, boş bırakılmış geniş araziler var. İstanbul’un yoğunluğundan sonra sakin, gürültüsüz bir beldeye inmişim izlenimi veriyor.   

Aracımız bu bahçeli evlerden birinin önünde duruyor. Bahçe kapısından girerken evin gençleri Ahmet, Muhammed ve Amine karşılıyor bizi. Anneleri Şeherzade teyze, hepimizi içtenlikle kucaklıyor. Uzaktan gelenler ve ev sahiplerinin tatlı telaşıyla ortalık bir anda bayram yerine dönüyor. Dinlenecek o kadar çok öykü var ki, su akar yolunu bulur misali, her sözcük bir öykünün kapısını aralıyor sanki… Şeherzade teyzenin eşi imammış. Savaş sırasında Sırplarla girdiği çatışmada şehit düşmüş. Dört yetimiyle baş başa kalmış sonrasında… Çocuklarını İslam üzre yetiştirmiş. Hepsi namaz kılıyor ve oldukça bilinçliler. Muhammed hafız olmuş. Bize Kur’an okuyor, sonrasında Ahmet’le birlikte Türkçe bir ilahi söylüyorlar. Ahmet’in Türkçe biliyor olması anlaşmamızı kolaylaştırıyor. Türkiye’den söz ediyoruz. Türkiye Osmanlı’dan kalan bir yadigar gibi Bosnalıların gözünde. Türkiye denince hepsinin yüzü gülüyor. Türkiyeli Müslümanları da kardeşleri kadar seviyorlar.

Şehit ailesinde yediğimiz güzel yemeğin ardından, yeniden görüşmek üzere vedalaşıyoruz. İstikamet diğer şehit ailesi. Bu kez, savaşta imam olan eşini şehit vermiş Feride teyzenin evindeyiz. Feride teyze tıp fakültesinde okuyan oğlu Muhammed’le birlikte yaşıyor. Diğer oğlunu evlendirmiş. Yarım Türkçe’siyle anlatıyor yaşananları. Küçük yaşta, babasının ölümüyle büyük bir sarsıntı geçiren Muhammed, yaşadığı travmanın etkisiyle sara hastalığına tutulmuş. Feride Teyze, o yıllarda büyük zorluklar çekmiş. İki küçük oğluyla yokluklara, hastalıklara göğüs germiş. Muhammed’in iyileşmesi için gösterdiği mücadele sözcüklere sığmıyor. Diliyle değil kalbiyle konuşuyor sanki. Muhammed uzun bir tedavi sürecinin ardından iyileşmiş. Şu an tıp fakültesi altıncı sınıf öğrencisi… Türkçe biliyor. Ve Bosna da kaldığımız günlerin bir kısmında bize o rehberlik yaptı.

Bosna’da Bayram Namazı

Otelde geçirdiğimiz ilk gecenin ardından sabah erkenden bayram namazı kılınacak olan Başçarşıdaki, Osmanlı mimarisi Gazi Hüsrev Bey Camii’ne gidiyoruz. Cami bahçesi ve Başçarşı’ya açılan sokak oldukça kalabalık. İçerisi ise iğne atılsa düşmeyecek kadar yoğun. Soğuk havaya rağmen, bazı Bosnalılar çocuklarını da getirmişler namaza… Çocukların başlarında renkli Osmanlı fesleri gözüme çarpıyor. Bu Bosna’da bir gelenek. Böyle özel günlerde fes takmak, Osmanlı’ya olan hürmeti ve özlemi simgeliyormuş.  

Bayram namazına Aliya İzzetbgeviç’in oğlu Cumhurbaşkanı Bakir İzzetbegoviç de gelmiş. Fakat ortalıkta ne bir koruma seli, ne makam aracı görüyoruz. Her şey çok doğal ve samimi bir havada geçiyor… Uzun bir hutbenin ardından bayram namazı kılınıyor.

Namaz sonrası Başçarsı’yı dolaşıyoruz. Sanki İstanbul’dan küçük bir kesit Başçarşı… Ortasındaki Sebil ve güvercinler Eyüp Sultan’ı, uzun yürüyüş yoluyla ise Taksim’in İstiklal’ini çağrıştırıyor bana.

 

Başçarşı’daki ünlü sebil…

Caminin beş yüz metre kadar ilerisinde devasa bir kilise var. Bosna da Boşnaklar Müslüman, Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik olduğu için adım başı kilise ya da camiyle karşılaşabiliyorsunz. Camiler ve kiliseler birbirine çok yakın. Aynı fotoğraf karesine hem kilisenin çan kulesini hem de bir minareyi alabilmek mümkün.

Bosna’ya adım attığım andan itibaren içimde öncelikle rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ziyaret etme isteği vardı. Hepimizin gönlünde taht kurmuş Bilge Kral Aliya, Bosna’yla özdeşleşmiş bir liderdi. Aliya’nın kabri Bosna'da Ramazan'da iftar ve sahur topunun atıldığı yer olduğundan, Top da denilen “Sarı Tabya'da” bulunuyor. Burası kaldığımız otele oldukça yakın. Anlaşılan sık sık gidebileceğiz Bilge Kral’ın ziyaretine. İlk ziyaretimiz oldukça duygusal bir atmosferde geçiyor. Kabir bembeyaz şehit mezarlarının ortasında sade bir kubbe altında bulunuyor. Etrafta ne bir asker ne koruma ne de başka bir engel var… Daha önceleri iki asker Aliya’nın kabri başında nöbet tutuyormuş. Ama bu uygulama daha sonra kaldırılmış.  Şimdi kabir, en sade vatandaştan en üst bürokratına kadar herkesin ziyaret edebileceği bir konuma sahip. Mezar yalnızca tümsek bir görüntüden ibaret. Etrafında ne mermer ne de törensel bir ibare var. Yalnızca şehitlerin baş ve ayakuçlarına dikilen beyaz mermer sütunlardan dikilmiş Aliya’nın mezarına da.. Kabir, her haliyle bu kahraman liderin yaşadığı münzevi ve metevazı hayatı haykırır gibi… Başucundaki mermer direkte ise: “Büyük Allah’a yemin ederim ki asla köle olmayacağız,” şeklinde bir yazı var.  Fotoğraf alırken bir garip oluyorum. Müstekbir dünya liderlerinin şatafatlı yaşamları ve anıt mezarları aklıma geliyor ister istemez. Aliya ne güzel bir örnek hepsine. Kabri bile içimizi ısıtmaya yetiyor. Aliya Kovaçi Şehitliği’nde  adeta bir şehit denizinin ortasında, hüznün ve direnişin abidesi gibi adeta…

Yeniden gelmek üzere ayrılıyoruz şehitlikten…

Aliya’nın kabri…

Saat on suları Saraybosna Üniversitesi’nde okuyan Türkiyeli öğrencilerin davetlisi olarak, üniversiteye gidiyoruz. Saraybosna Üniversitesi’nde Bosnalı, Türkiyeli ve başka ülkelerden öğrenciler okuyor. Ancak Türkiyeli öğrencilerin çokluğu ilk andan göze çarpıyor. Sanki Bosna’ya öğrenci çıkartması yapmış gibiyiz. Adım başı dilimizi bilen, öğrencilerle selamlaşıyoruz. Kapıya asılan ilanlar bile Türkçe, sanki Türkiye’de bir okulu ziyaret etmiş gibiyiz… Kızlarımız güler yüzleriyle tecrübeli birer ev sahibesi havasında karşılıyorlar bizi. Kahvaltıda Türkiye’de üniversitelerde kalkan başörtüsü yasağından söz ediyoruz. Yüzlerini buruk bir tebessüm kaplıyor. Hepsi başörtülü okuyabilmek için buralara gelmiş ya...  Bu serbestlik onları ne kadar mutlu etmiş kestirmek güç. Belki de ülkelerine yitirdikleri güveni onarmak zaman alacak kimbilir…

Günlerin kısa olması ve bayramın birinci gününde yapılacak işlerin yoğunluğu nedeniyle üniversiteden ayrılıyoruz… Bu mübarek bayram gününde ailelerinden kilometrelerce uzakta, bir yurt binasında bayram geçirmek zorunda kalan çocuklarımızı ardımızda bırakırken içim acıyor. Özümüze, özgürlüğümüze ters bütün yasakların toptan ve koşulsuz kalkmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Doboy ve Duye Barınma Merkezi: 

Öğle namazının ardından Doboy’dan gelen rehberimiz Edina eşliğinde Doboy’a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Hem kurban eti dağıtımı yapacağız, hem de Doboy’da bulunan kimsesiz, yaşlı ve çocukların bakım evi olan Duye Barınma Merkezi’ni ziyaret edeceğiz. Üç saati bulan yolculuğun ardından akşamüzeri Barınma Merkezi’ne geliyoruz. Bizi Merkez’in doktoru Yasmine Hadiç karşılıyor. Birlikte Merkez’i gezmeye başlıyoruz. Duye Barınma Merkezi, İHH ve dünyadaki diğer bazı yardım vakıflarının desteğiyle ayakta duruyormuş. İçinde her çeşit yardıma muhtaç insanı barındırıyor. Daha ilk andan itibaren hepimizi derinden sarsan insan manzaralarıyla yüzleşiveriyoruz. İlerleyen yaşları sebebiyle yatağa bağımlı yaşlılar, ağır hastalar, zihinsel engelli kimseler, savaş sırasında yaşadığı travmayı atlatamayan ve akli melekelerini yitiren mağdurlar, kimsesiz çocuklar ve diğer muhtaçlar burada kalıyormuş. Barınma merkezi dört doktor ve diğer çalışanlarıyla birlikte bu muhtaçlara hizmet veriyor. 

Doktor Yasmine Hadiç, hastalarının arasında dolaşırken şefkatli, aynı zamanda tatlı sert üslubuyla hepimizin ilgisini çekiyor. Türkiye’de alışkın olduğumuz tıp doktorlarından hayli farklı bir profili var. Hastalarının tek tek başını okşaması, onlara sarılması hal ve hatırlarını sorması öyle doğal ve içten ki… Mesleğini sevdiği ve isteyerek yaptığı her halinden belli. Büyük oğluma gidince Doktor Yasmine’yi anlatacağım diye geçiriyorum içimden…

Duye Barınma Merkezi’nde bizi en çok etkileyen zihinsel engelli hastalar oluyor. Yaşları hayli ilerlemiş bu kişiler uzun bir masa etrafında toplanmış ve önlerine birer resim kâğıdı konmuş. Ellerinde boya kalemleri resim yapıyorlar. Kimi dalgın, karamsar, kimi neşeli hareketli… Bizi görünce boş ve anlamsız gözlerle yüzümüze bakıyorlar. Birkaçı ellerini çırparak sevincini belli ediyor. Ekipte herkesin yüzü mahzun. Doktor Yasmine’yi dinliyor görünüyoruz ama farkındayım ki herkes içindeki fırtınayı dindirmeye çalışmakla meşgul. Gördüğümüz insan manzaraları hayatta hiçbir şeyin garantisinin olmadığını haykırıyor adeta. Allahtan başka tutunulacak bir dalımızın olmadığını bir de…

 

Duye Barınma Merkezi’nde kimsesiz çocuklar için hazırlanmış bayram paketlerini dağıtıyoruz sonra… Çocukların sevinçleri görülmeye değer. Çocukla güzelleşiyor yeryüzü…

Burada da öyle… Saf ve neşeli çehreleriyle buranın gülleri olmuşlar. Bir çocuğu mutlu etmek istiyorsan ona sarıl ve hediye ver, gibi sözler çağıldıyor içevimde. Hediye paketini alan sanki kendine dünyalar bağışlanmış gibi mutlu… Boynumuza sarılıp bizimle fotoğraf çektiriyorlar. Kimsesizliğin, yalnızlığın izini sürer gibiyiz bugün.

Çocuklarımızı mı anımsadık, annesiz babasız bu yavruları görünce bilmiyorum. Hepimizin boğazında bir acı düğümleniyor. Ağlamamak için binbir mücadele… Ekipte herkes birbirinin yüzüne bakmaya çekiniyor. Acılı bir bakış, küçük bir söz hepimizin gözyaşlarını nehre çevirebilir. Güya güçlüyüz, yardımseveriz… Sözün donduğu yer.   Çocukların bakışlarından oluk oluk öykü akıyor…

Sonrasında Doktor Yasmine’yle kahve içerken etkileyici öyküler dinliyoruz ondan da. Kısa notlar alıyorum. Ve Yasmine’ye, “bunları yazacağım” diyorum. O da rehberimize sıkı sıkı tembih ediyor. “Öyküleri senin e-maline atsın, sen de bana tercüme edersin.” diyor. Öykü diliyle anlaşıyoruz Doktor Yasmine’yle… İlk öyküyü yazar yazmaz atacağıma söz veriyorum.

Şehitler Şehri Srebrenitsa…

Doboy’da otel’de geçirdiğimiz gecenin ardından sabah erkenden Srebrenitsa’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bosna’ya gelirken en merak ettiğim şehir. Adı yıllardır, yaşadığı toplu soykırımla anılan, şehitleri, şehitlikleriyle ünlü şehir Srebrenitsa…

Srebrenitsa’ya giderken yol boyunca önceden tespit edilmiş yoksul ailelere kurban eti, dağıtımı yapıyoruz. Ayrıca çocuklara yardım paketi bırakıyoruz. Bu paketlerde ayakkabı, mont gibi kışlık giyecek ve yiyecek malzemeleri var. Ziyaret ettiğimiz evlerde yoksulluk görüntüleri diz boyu… Evler dağların eteklerinde tek tük sıralanmış. Karadeniz’in doğası ve yaşam tarzını çağrıştırıyor biraz da. Evlere ulaşım zor,  etrafta ne okul var ne alış veriş yeri… Bu insanlar ne yer ne içer diye düşünüyorum. Yardım götüreceğimiz bir evin bulunduğu tepeye çıkana kadar çamurlu patikada kaymamak için uzun bir mücadele veriyoruz. Birimizin ayağının kayması ekiptekilerin sırayla bayır aşağı yuvarlanması demek.

Tepeye ulaştığımızda gördüğümüz manzara ürkünç. Beş çocuğundan dördü zihinsel engelli olan bir aile bu. Annede de zihinsel engel varmış. Beş erkek çocuğun hiçbiri okuma yazma bilmiyor. Belki de evlerinden hiç çıkmamışlar.  Bizi görünce utangaç ve mahzun bakışlarla yanımıza geliyorlar. Hediyeleri ve kurban etlerini verirken,  çocukların eğitimsiz kalışı içimi yaralıyor. İyi imkanlar dahilinde özür durumlarına göre eğitim alabilselerdi burada böyle mahkum gibi bir yaşam sürerler miydi? Bu ve buna benzer birçok aile varmış Bosna’da özellikle savaştan sonra, psişik sorunlar artmış. Hem psikolojisi bozuk hem,  bir lokma ekmeğe muhtaç aile fertleri azımsanmayacak kadar çok. Üstelik devlet desteği az. Yardım vakıflarının çabasıyla ayakta durabiliyor pek çoğu.  Yapacak ne çok işimiz var diyorum. Çaresiz insanlar oranında uzanacak elimiz var mı ya da…  

Beş erkek kardeşten dördü zihinsel engelli. Yalnızca en küçükleri normal. (kırmızı eşofmanlı) Annenin zihinsel durumu da oldukça geri… Ve çocukların hiçbiri eğitim almamış.

Yol boyunca yardımlarımız sürüyor. Araçta giderken bir çok öykü anlatıyor Edina… Okula gitmek için her gün dağların arasında kilometrelerce yol yürüyen çocuklardan, üzerine giyecek kışlık bir şey bulamayan yoksullardan, kendilerine uzanacak bir yardım eline muhtaç nice minik candan söz ediyor… Kısacası savaş sonrası hayata tutunmaya çalışan gariban bir halk… Savaşın acı ve dehşet saçan yüzü yıllar sonra bile ortadayken, savaş sırasında yaşananları düşünmek istemiyor insan… Yol boyunca gözlerimiz kurşun izleriyle, atılan bombalarla harabeye dönen evlere takılıyor. Rehberimizi soru bombardımanına tutuyoruz. Şu büyük bina da mı savaştan kalma… Evet diyor Edina, orası hastaneydi… Sırp bombardımanında bu hale geldi. Şurası fabrikaydı, şurası bir köy... Ama savaş dün olmuş gibi hepsi sönük, donuk durağan bir tablonun izlerini yansıtıyor sanki… Hep savaşı soruyoruz yol boyunca… Edina, Türkiye’de İstanbul Üniversitesi’nde İşletme okumuş. Hem dilimizi biliyor hem de kültürümüze yakın. Sanki bizden biri ve hiçbir sorumuz askıda kalmıyor. Halka soramadığımız her şeyin cevabı onda.

Fatma Nine’nin Bahçesi’ndeki Kilise

Aracımız yolun kıyısındaki bir kilisenin önünde duruyor. Yol boyunca gördüğümüz birçok kiliseden oldukça farklıymış öyküsü. Kilisenin hemen arkasındaki evde Fatma adında yaşlı bir nine oturuyormuş. Savaş zamanında Sırplar bölgeyi kuşatınca Fatma nine de pek çok kimse gibi evini bırakarak başka şehirlerde oturan yakınlarının yanına sığınmak zorunda kalmış. Dört yıl sonra savaşın bitimiyle geri döndüğünde ise onu kötü bir sürpriz bekliyormuş. . Sırplar, işte bu kiliseyi onun yokluğunu fırsat bilip bir anıt gibi evinin bahçesine inşa edivermişler. Sanki bir ağaç, bir bitki diker gibi… Sorgusuz sualsiz, adeta alay edercesine Fatma nineyle…

Fatma nineyle görüşmek için evin kapısını çalıyoruz. Güler yüzlü tonton bir ninecik açıyor kapıyı… Türkiye’den geldiğimizi söyleyip ayaküstü tanışıp sohbet ediyoruz. Bir de ondan dinliyoruz olup biteni. Fatma nine on bir yıldır kiliseyi yıktırmak için hukuk mücadelesi veriyormuş. Her gün uyandığımda evimin bahçesinde bu yapıyı görmek içimi acıtıyor diyor. Bahçesine çıkmak bile istemiyormuş. Sonra haberlere çıka çıka, ulusal basında ünlü olduğuna getiriyor lafı. Kiliseyle ilgili çok haber yapılmış bu güne kadar. Üstelik halk arasında kilise “Fatma ninenin kilisesi” olarak anılır olmuş. Fatma nine bu durumdan da oldukça rahatsız. Ben ölsem bile çocuklarıma bu kiliseyi yıktırmalarını vasiyet ettim diyor…  Pes etmek yok yani. Ninemizin azmi ve bilincine hayran kalıyoruz.

Savaş bitince evinize dönüyorsunuz ve bahçesinde kocaman bir kilise! Bu Sırplar ne ironik bir millet!

 

Fatma nine kilisenin kendi adıyla anılmasından muzdarip!

Srebrenitsa’ya vardığımızda saat öğleyi buluyor. Köylere çıkıp akşam karanlığı basmadan acil dağıtım yapmamız lazım. Günlerin kısa olması işimizi güçleştirse de dolu dolu yaşıyoruz zamanı.

Dağlık Osmaçe köyüne vardığımızda ev ev kurban eti ve yardım paketi dağıtıyoruz yine. Srebrenitsa bölgesinde yaşlı erkek hemen hemen hiç yokmuş. Savaş sırasında çocuk olanlar büyümüş, erkek nüfus daha çok onlarla şekillenmiş. Çünkü savaşta erkeklerin büyük kısmı soykırıma uğramış. Köylerde yaşlı nineler, babasız yetimler karşılıyor bizi… Tek tek her birinin yüzündeki sevinci, ışıltıyı hafızalarımıza kaydederek yapıyoruz dağıtımımızı…

İnsanların yaşadığı evleri, evlerin çamur deryası yollarını gördükçe, yükümün arttığını düşünüyorum istemsiz. Yaşadığım rahat hayatın kıyası, şükrümün yetersizliği, yoksula, öksüze, yetime karşı yaptıklarımın yapamadıklarımın sorgusu... Buralara gelmekle ne çok yük yüklendiğimin ayrımına varıyorum sonra. Gördüğümü anlatmakla, anlattığımı yaşatmakla işin içinden çıkabilir miyim acaba? Zor!

 

Yarı yolda, artık dağıtacak son paketleri verme telaşındayken vadide bir ev ilişiyor gözümüze… Yolu öyle dik ve çamurlu ki, fakat yoksul tespiti yapılmış evlerden olduğu için gitmek zorundayız. Biz yolu yuvarlanmadan nasıl inerizin derdindeyken ansızın çocuklar sarıveriyor etrafımızı. Akşam karanlığında nereden çıktılar, nasıl geldiler dememize kalmadan çocuklarla kucaklaşırken buluyoruz kendimizi. Meğer sabahtan beri yolumuzu gözleyen vadideki evin çocuklarıymış bunlar. Hediyeleri ve kurban etini verirken, bu kadar içten bekleyenlerimizin olduğunu bilmek ayrı bir duygu sağanağı yaşatıyor hepimize.

Srebnenitsa’ya gece vakti dönüyoruz. Şehitler şehrinin sokakları hazin ve ıssız. Sanki şehirde yaşayan insan yokmuş izlenimine kapılıyorum. Aslında mümkün olsa da şehirden pek çok insanla röportaj yapabilsek diyorum ekip arkadaşlarıma. Fakat bu çok da kolay değil tabii. Srebrenitsa’da ve Bosna’nın genelinde savaşla ilgili pek konuşmak istemiyormuş insanlar. Sorulan her soru, anlatılan her öykü acıyı çoğalttığı için belki de… Her evden bir şehit, kaybedilen eşler, oğullar… Uğranan işkence, tecavüz ve zulümler… Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir zaman dilimi bu… Aslında savaş bile denemez yaşanan onca acıya… Masum ve savunmasız bir halkın Müslüman olmaları gerekçesiyle, katledilmesi fenomeni Boşnakların kaderindeki…

Şehitlik, Fabrika ve Müze…

Srebrenitsa’da otelde geçen gecenin ardından sabah erkenden şehrin girişindeki şehitliğe gidiyoruz. Gözümüzün alabildiği yer bembeyaz mermer sütunlar dikilmiş şehit mezarları… Srebrenitsa, katliamın en yoğun yaşandığı yer olduğunu yalnızca bu şehitlikle bile anlatıyor sanki… Belki de savaşın başladığı yıllara kısa anekdotlar düşmekte fayda var. Yugoslavya’nın çöküşüyle,  1991’de Sırpların saldırısına uğrayan Boşnaklar, sırf Müslüman kimliklerinden dolayı uzun sürecek bir katliama uğratılırlar. Dünya egemenleri tarafından bu dünya kamuoyuna bir iç çatışma olarak lanse edilir ve ilk planda Birleşmiş Milletler savaşa müdahale etmek istemez... Sonra gelen tepkiler üzerine zorla, gönülsüzce bölgeye asker gönderir. Artık bölgede göstermelik de olsa Barış Gücü askerleri vardır, ancak varlıkları ve yoklukları bir gibidir. Birleşmiş Milletler ülkede altı güvenli bölge tayin eder ve bunlardan birisi de Srebrenitsa’dır. Sonra halkı koruma vaadiyle ellerindeki silahları toplar. Ve bu bölgeye ülkenin her yerinden devasa bir göç başlatır. Srebrenitsa’nın Birleşmiş Milletler tarafından güvenli bölge ilan edilmesi Boşnakları sevindirmiş, uzaktan yakından binbir zorlukla bu şehre adeta akın etmişlerdir. Daha önce 24 bin olan şehir nüfusu, aldığı göçlerle 60 binlere kadar çıkmıştır. Fakat Boşnaklar kendilerine vaat edilen güvenliği bulamazlar. Şehir kısa zamanda açlık ve hastalıklarla boğuşan bir toplama kampına dönüşür.  Aslında ne barınılacak bir yer, ne korunulacak bir limandır Srebrenitsa. Canını kurtarmak için gelenlere verilen sözler tutulmaz.  Şehir çok geçmeden Müslüman Boşnaklar için kurulan korkunç bir tuzağa dönüşür.

Bölgede konuşlanan Birleşmiş Milletler’den Hollandalı birliklerin komutanı Thom Karremans  kendine sığınan 25 bin mülteciyi ve şehri, bir gecede Sırp komutanı Ratko Mladiç’e teslim eder.

Ratko Mladiç tamamen silahsızlandırılmış şehre hiç zorlanmadan girer ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük soykırım olarak nitelenen Müslüman Boşnak katliamını başlatır. Artık Sırp askerleri tepeden tırnağa silahsızlandırılmış Müslüman Boşnakları, toplama kamplarında, dağlarda, yollarda adeta bir keklik gibi hunharca avlamaya başlar.  

Kadın ve çocuklardan ise şehri terk etmeleri istenir. Kocalarından ve oğullarından ayrılmak zorunda bırakılan binlerce Müslüman Boşnak anne bebeklerini kucaklayıp küçük çocuklarının ellerini tutarak dağlara kaçar. Kaçmasına izin verilenler arasında on dört yaşın altında gençler de vardır.  Fakat gitmelerine izin verilmesine rağmen yine de dağlarda Sırp Snaypırlarının ya da Çentiklerin ateşlerine hedef olmaktan kurtulamazlar. Bazıları da bu zorlu yolculuğa dayanamaz, hastalık ve yorgunlukla baş edemeyerek hayatını yitirir. Daha sonraları “Ölüm Yolu” adını verdikleri bu yürüyüşte kaybolan Boşnakların sayısı da az değildir.  Tuzla şehrine ulaşıncaya kadar mücadele edebilen az sayıda insan canını kurtarabilir ancak…

Sırplar, ise kutsal bir emaneti üstlenmişçesine, Avrupa’nın ortasında Müslüman tek bir kimse bırakmamak için adeta ant içmişlerdir.  Bir hafta içinde 8 binin üstünde Boşnak hunharca işkence ve zulümle şehit edilir. Üstelik dünyanın gözü önünde ve Barış Gücü askerlerinin denetiminde yaşanır bunca vahşet!

Sırplar yaptıkları katliamın izlerini yok etmek için öldürdükleri kimselerin cesetlerini de ortalıkta bırakmaz. Hepsini parçalar, yakar ve 64 farklı yerde toplu mezarlara gömerler.  

Gezdiğimiz şehitlik işte bu toplu mezarlardan çıkarılan ve DNA testine tâbi tutulan şehitlerin mekânı… Dilleri olsa da anlatsalar yaşadıklarını… Biz kulaktan dolma, anlatıldığı kadarıyla biliyoruz gerçekleri ama daha kayıtlara geçmemiş nice zulüm yaşandı kim bilir.

Şehitliğin içinde dolaşırken haçlı bir mezar dikkatimizi çekiyor. Merakla soruyoruz rehberimize, diğer mezarlardan farkı hemen fark edilen bu mezarın öyküsünü. “Burada yatan Hrıstiyan bir Hırvat” diyor, Edina. “Savaş sırasında o da mülteciler arasındaymış. Sırp askerler ona gitmesi için izin vermişler. Ancak o Müslüman Boşnak arkadaşlarını bırakmak istememiş. “Ya hepimizi serbest bırakın ya da ben de bir yere gitmiyorum,” demiş. Ve arkadaşlarıyla birlikte öldürülmüş. Cesedi yıllar sonra bir toplu mezardan çıkarıldığında, ailesi onun şehitliğe arkadaşlarının yanına gömülmesini istemiş. Boşnaklar da kabul edince, bu kahraman Hırvat, Müslüman şehitliğine defnedilmiş.” Mezarın başında içimi derin bir hayranlık kaplıyor. Bu fedakâr ve yiğit insanı Allah’ın rahmetine havale ediyorum. Ne büyük cesaret ve fedakârlık demekten de alıkoyamıyorum kendimi.

Şehitlik sonrası, karşıdaki metruk fabrikaya gidiyoruz. Burası savaş öncesinde akü fabrikasıymış. Ancak savaşta yaşananlardan sonra kullanılmaz duruma gelmiş. Savaş zamanı, katliam öncesinde içinde mültecilerin tutulduğu fabrika, beton yığını devasa bir yapı…  Fakat Bosnalılar bu fabrikada yapılan işkence ve katliamları unutamadıkları için bir daha işletme anlamında faaliyete geçmesini istememişler.

Fabrikanın bir kısmı müze haline getirilmiş. Duvarlarda katliamı bütün acımasızlığıyla resmeden fotoğraf kareleri var. Fabrikanın bir bölümü ise slâyt gösterisi için düzenlenmiş. Burada ziyaretçilere savaşın profilini çizen bir belgesel izlettiriliyor. Biz de ekibimizle bu belgeseli izliyoruz. Bu süre zarfında bir zamanlar insanların büyük acılar yaşadığı bu devasa yapının her köşesinden yükselen çığlıkları duyuyorum sanki.. İnsanlar güvenli bölge diye koşup geldikleri Srebrenitsa’da ne umdular ne buldular. Nasıl bir şey insanın insanın kurdu olması… Adı bile yakıp kavururken katliamın bizi, onu yapan elleri, yürekleri aklım havsalam almıyor. Ne kadar güvensiz bir dünyada yaşıyormuşuz. İnanan olmak, bir kimlik sahibi olmak, bir duruş sergilemek ya da  hiçbir şey yapmasak bile adımızın Müslüman olması,  karşı tarafın oklarına hedef olmayı mı gerektiriyor her halûkarda.  Peki hazır mıyım buna… Hazır mıyız?.. Soru işaretleri hep burgu gibi romanlarda mı deler beynimizi? İnsan neden kendini böylesi karelere, sorulara sığdıramaz ki...

Bir aileden onlarca şehit… Soykırımın böylesi!... Sözün bittiği yerdeyim yine!...

Birleşmiş Milletler’in Güvenli Bölgesi!... 8372 şehit!... Güvenli olmasa metrekareye kaç şehit düşecekti  acaba!...

Bosnalı Müslümanlar her yıl katliamın yaşandığı temmuz ayında, şehitlerini anmak için Tuzla’dan Srebrenitsa’ya yürüyüş yapıyorlar. Hem şehitlerini anmak hem de böyle acıları bir daha yaşamamak adına bir Barış ya da dua yürüyüşü de denebilir buna…

Srebrenitsa’dan ayrılırken yürek sesimi dinliyorum. Savaş öncesi 24 bin kişilik nüfusunun şu an yarısını bile barındırmayan bu acılı şehir, hep havsalamın bir ucunda yerini koruyacak biliyorum. Adını Şehitler Şehri olarak kodladım…  

     

 

Gorajde

Bayramın dördüncü gününde, Gorajde’de  kardeş kuruluş, Preporod derneğini  ziyaretine  gidiyoruz. Buradaki yetim çocuklara ve savaş mağduru ailelere yardımda bulunuyoruz . Derneğin sorumlusu Nejad Kurtoviç bizi dernek binasında misafir ediyor. Bölge hakkında ve çalışmaları konusunda bilgi veriyor Kendisi savaş sırasında bilfiil dört yıl dağlarda Sırp birlikleriyle savaşmış bir Mücahid.

 

Gorajde savaştan en çok etkilenen şehirlerden birisiymiş. Savaş sırasında şehre günde ortalama 4 bin merminin düştüğü söyleniyor. Ancak bütün imkânsızlıklara rağmen Gorajdeli Müslümanlar direnmiş ve Gorajde dağlarında düşmana karşı büyük bir destan yazmışlar. Çekilen sıkıntıları ve yapılan mücadeleyi kısmen Nejat Bey’den de dinleme fırsatı buluyoruz. Şehirde herkes, her şey o günlere şahitlik eder gibi. … Savaşın izleri capcanlı, dipdiri…

 

Binalarının dış yüzü atılan mermilerin izleriyle dolu hâlâ…

Mücahid Nejad, savaş sonrası Bosnalı Müslümanların maddi, manevi çektikleri güçlüklerden söz ediyor. Aradan on beş yıl geçse de bölgede sıkıntı bitmemiş. Gorajde halkı oldukça yoksul ve kısıtlı bir yaşam sürüyor. Yardım konumunda bir hayli şehit eşi ve yetim varmış.

Sohbet sonrası, yağışlı havaya rağmen, Mücahit Nejad öncülüğünde acil uğramamız gereken yerlere çeviriyoruz rotamızı… İlk durak şehrin yaşlılar yurdu… Sonrasında bir şehit ailesinin evi… İçten ve dualarla yüklü ziyaretler bunlar. Yaşananlar sözlere sözcüklere sığacak gibi değil. Hiç bitmesin istiyor insan…

Sonuç yerine…

Bosna ziyaretimizin son gününde, bir Osmanlı köyü olan,  Poçitel’i ve muhteşem kalesini ziyaret ediyoruz. Sanki Anadolu’da bir Osmanlı köyüne gelmiş gibiyiz.

Bizden başka Türkiye’den gelen birçok ziyaretçiyle de karşılaşıyoruz bu güzel beldede.

 

Kaleden görünüş… Poçitel…

Sonrasın da Sarı Saltuk Tekkesi’ni ve Mostar’ı ziyaret ediyoruz.

Sarı Saltuk Tekkesi...  Harika bir su kaynağın yanıbaşında…

Geleneklere uyup, biz de kaynaktan su içtik…

Hep resimlerden gördüğümüz Mostar Köprüsü, savaşta aldığı yaraya rağmen dimdik ayakta.

Onarım geçirdiği belli olsa da dinlediğim onca savaş öyküsünün içimde açtığı yarayı bu köprünün kimliğinde eritmek istiyorum. Yaşanan onca zulüm ve ihanete rağmen işte Mostar dimdik ayakta diyor içimdeki ses! Mostar Köprüsü, sanki bu mazlum halkın direnişini sembollüyor. 

Sözün özü, Bosna, adım başı, kıvrım kıvrım akan nehirleri, yemyeşil dağları, tünelleri, parkları, Başçarşısı, Sebili, Camileri, Sevdalinka’sı (sevda türküleri) sarı saçlı, mavi gözlü güzel naif insanlarıyla ve tarihiyle adeta büyülüyor insanı. Hiç yabancılık çektirmiyor, dağıyla, yoluyla, köyüyle, insanıyla öyle yakın ki bize.  Balkanlar’da kardeşlerimiz var, ne mutlu… Anlatılanlar yaşananların yalnızca bir cüzü… Çok da içimizde yaşatmadığımız belki de. Çok şükür ki, İHH’nın ve dünya Müslümanlarının daha savaşın ilk yıllarından bu yana bölgeye aktardığı destek, dualarla ve içten teşekkürlerle halkta karşılık bulmuş, buluyor ve bu yardımlar hız kesmeden devam edecek inşallah... Bize de tüm bunları gidip görmek nasip oldu. Anlattıklarım anlatamadıklarımın şahididir.

Bir gün yeniden gider ve Bosna’yı,  Bosnamızı daha büyük güzellikleriyle görür, bir kez daha anlatabilirim inşallah…