Yirmi yıl önce bir Avrupa ülkesi üç yıl boyunca işgal altında kaldı ve yüz binlerce Avrupalı katledildi. Her iki erkekten birinin ülkesini terk ettiği bu coğrafyada 50 binden fazla kadına sistematik bir şekilde tecavüz edildi. Avrupa Birliği ve dünyanın geri kalanının öylece seyrettiği, ekini ve nesli ifsad edilmeye çalışılan bu ülkenin adı Bosna Hersek’ti. Bosna’nın tüm bu muamelelere uğramasının tek nedeni ise halkının büyük kısmının Müslüman olmasıydı. Dünyaya demokrasi havariliği yapan batının, burunları dibinde yaşanan soykırıma bigane kalması ikiyüzlülüğünü de buz gibi ortaya çıkarmıştı. Yanı başlarında yaşanan katliama yıllarca seyirci kalan Batı ülkeleri, bir adım ileri giderek Srebrenitsa’da yaşanan ve 7 bin sivilin can vermesiyle sonuçlanan katliama yardımcı dahi olmuşlardı. Bu bağlamda BM’nin Hollanda gücücün hatırı sayılır katkısı olmuştu soykırımda. Bugünlerde Suriye’de yaşandığı gibi “küresel rezalet” yaşanmış ve insanlık sınıfta kalmıştı.
Yıllar geçti ama hâlâ acılar çok taze. Bu yara, beyazperdeye ara ara taşındı ama yeterince sağlıklı ifade edilemedi. Bosna soykırımına en son tanıklığı Hollywood’un popüler ismi Angelina Jolie’nin yönettiği "In The Land Of Blood And Honey" (Kan ve Bal Ülkesinde/Kan ve Aşk) filmi yaptı. Bu hafta vizyona giren film, Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesi olmakla birlikte çarpıcı gerçekliklerin altını çizmesiyle dikkatleri üzerine çekiyor.
SOYKIRIM GÜNLERİNDE AŞK!
Angelina Jolie gibi popüler bir ismin Bosna sürecine karşı duyarlı olması çok önemli. Sırpların filmi engellemek için türlü girişimlerde bulunması da yapımın gerçekçiliğini adeta tasdik ediyor. Danijel ile Ayla arasındaki ilişkinin benzerini “Schindler’in Listesi” filminde Nazi Subayı Amon Göth (Ralph Fiennes) ile Yahudi hizmetçisi Helen Hirsch (Embeth Davidtz) arasında da görmüştük. Amon, hizmetçisinin Yahudi olduğu anlaşılmasın diye Davut Yıldızı takmasını engellemiş ve film boyunca paranoyak davranışlar sergilemiştir; yarı çıplak vaziyette balkonda otururken durduk yere bir Yahudi’yi öldürmesi ise buna örnektir. Danijel de benzer paranoyak eğilimler göstermekte Ayla’yı dövmekte yahut diğer Çetnik saldırganlar gibi hareket edebilmektedir.
Filmdeki en büyük sorun, Bosna Savaşı’nın en belirgin unsuru olan sistematik tecavüzü gerçekçilik adına alenen göstermenin tercih edilmiş olmasıdır. “Kan ve Aşk”ın neredeyse üçte biri çıplaklık üzerinden ilerlemekte ve filmin izlenilirliği ortadan kalkmaktadır. Tecavüze uğramış bir Boşnak kadının “kocamı tekrar görmemek için dua ediyorum. Bunu bilmemeli” demesi mesajın ulaşması adına yeterliyken yahut semboller üzerinden gidilebilecekken yaşanan alenilik rahatsız edici düzeydedir. Avrupalı ve Amerikalı izleyicilere durumun vahametini gösterme adına yapılan bu girişimin Bosnalı kadınlarda nasıl etki bıraktığı/bırakacağı ayrı bir tartışma konusudur. Galası Saraybosna’daki Zetra Spor Salonu’nda düzenlenen filmin Müslümanların duyarlılıkları göz ardı edilerek izletilmesi de en hafif tabirle düşüncesizliktir. Ebu Gureyb’de işkence görmüş, çıplak bırakılarak rencide edilmiş hatta tecavüze uğramış insanları bir araya toplayıp onlara tekrar o sahneleri izletmenin bir faydası olacaksa Bosnalı kadınlara da bu filmi izletilmesinin o denli yararı olacaktır. Çıplaklığı normalleştirmek, insanların düşündükçe dahi bunalımlara girdikleri anları izlettirmek Batı aklının ahlak anlayışına giriyor herhalde?
MURAT HÜDAVENDİGÂR’IN SIRPLARDA AÇTIĞI ONULMAZ YARA!
“Kan ve Aşk” Bosna’da yaşanan acılara kısa süreli projektör tutup dikkat çekmekle yetinen soğuk bir film. İçeriği ve niteliği tartışılacak yapımın taşıdığı yoğun çıplaklık unsuru da izlenilmesini engellemekte ve ne yazık ki, Bosna’da yaşanan soykırım hâlâ adamakıllı anlatılmayı beklemektedir.