Referandum sonrasında dünya basınında yazılanları kendim izlemeye fırsat bulamıyorum, ama bizim gazetelerde yayımlanan özetin özeti değerlendirmelere bakıyorum. Referandumdan çıkan sonucun Türkiye’yi demokrasiye yaklaştırdığından fazla şüphesi olan yok gibi (ama Avrupalı ve Amerikalı Kemalistler hep vardır ve Türkiye’nin Batı ittifakını terk etmeye hazırlandığı şüphesi “baki” kalacaktır.). Dün Yasemin Çongar’ın da yer verdiği daha kapsamlı değerlendirmeler de çıkan sonucu kutlar mahiyette.
Bu değerlendirmelerin bazılarında, bir olumsuzluk sinyali olarak, “bölünmüş toplum” diye formüllenen bir olguya değiniliyor. Evet, bu da var tabii. Oy dağılımı haritalarında çok net görünüyor. Bu haritalar Türkiye Cumhuriyeti tarihinin “görsel-alegorik” anlatımları ve özetleri gibi. Batılılaşmanın Türkiye’ye batıdan gelerek (denizaşırı yöntemlerle) girdiğini, ama fazlaca giremeyip kıyılarda kaldığını gösteriyorlar.
Bir düzeyde sınırlayıp baktığımızda, Çanakkale çıkartmasını andırıyor, Türkiye çapında uygulanmış haliyle. Batılılık gelmiş ve bir çıkartma yapmış. Ama meydanı boş bulamamış. O zaman çıktığı dar kıyı şeridinde siper kazıp menzilenmiş. Şimdilik, olduğu yerde duruyor. “Vazgeçtim” deyip gitmiyor, ilerlemek için ciddi ve sonuç alıcı bir girişimde de bulunmuyor.
“Peki, bunun sonu da Çanakkale gibi mi gelecek” sorusu kaçınılmaz oluyor, bu durumda? Sonunda Anadolu bu çıkartma girişimini büsbütün boşa çıkaracak, kıyılara ayak basmış bu “yabancı unsurları” büsbütün sepetleyecek mi? Başka türlü –günümüz jargonuyla- söylersek, herkesin başını örtecek, oruç tutmayanı cezalandıracak, içkiyi yasak edecek mi?
Benzetmeyi bu noktaya getirince söylem gene abesleşiyor. “Abesle iştigal” Türkiye’nin sevdiği bir meşguliyet biçimi olmakla birlikte, yıllardır bu oyunu zevkle oynamamıza rağmen, şu noktada artık bakışımızı değiştirmekte yarar var. Onun için de belki “bakmak” ve “görmek” için kullandığımız “âlet takımı”nda (yani “kavramsal çerçeve”de) bir değişiklik yapma zamanı geldi. En başta, son on beş yirmi yıldır bu toplumda olanlara tersine dönmüş bir Çanakkale metaforundan bakmayı bırakalım. “Bu memleketin asıl sahipleri” sorunsalının dışına çıkalım. Böyle bir şey yok, herkes buranın sahibi.
“Bölünmüş toplum” gibi bir niteleme, içinde kaygı barındıran bir söz. Türkiye’nin “farklılaşmış toplum” olduğu elbette söylenebilir; ama bunun ille bir “bölünme” olması gerekir mi? “Farklılaşmış” olmak, temelde, olumsuz değil, olumlu bir şeydir, bir potansiyelin sinyalidir. Konu, sorun ne olursa olsun, birkaç istisna durumu saymazsak, yüzde 48 / yüzde 52 gibi bir ayrışma, monolitik bir hegemonya kurulmadığının ve muhtemelen kurulamayacağının kanıtı olarak da yorumlanabilir. Bu da, “çoğulcu” bir yapının bu toplumun temelinde nesnel olarak hazır bulunduğunu gösteren bir şey.
Sık sık söylediğim paradoksla yeniden karşılaşıyoruz: nesnel yapısında çoğulculuğun (plüralizm) dayanaklarına sahip olan, ama öznel formasyonunda, yani ideolojisinde bunu bir tehdit olarak algılayan, ama biri öbürüne bir türlü tam egemen olamadığı için, gene “çoğul” olarak varolan çeşitli “monist” fikriyatların çarpıştığı bir toplum var burada. Sorun, bu “monist” ideolojilerin, enerjilerini, birbirlerini nasıl yok edeceklerini düşünmeye değil, birbirleriyle birlikte nasıl varolacaklarını düşünmeye yönlendirmeye karar vermeleri.
Bunu yaptıklarında, bildiklerinden, sandıklarından çok daha fazla (olumlu ve olumsuz) ortak değer ve zemin paylaştıklarının da bilincine varacaklar.
Çok zengin bir alan aslında bu alan. “Beyaz Türk / Siyah Türk” ayrımı gerçek bir ayrım, ama ideolojide. Nesnel maddi temelde değil. Oradaki gerçek ayrım bildik, “banal” bir ayrım: “iktidar” sorunu.
TARAF